İstanbul'dan uzak, diğer bilgisayarıma erişemeyeceğim bir yerdeyim yine. He zaman uzunca seyahatlerimde yanıma iki 'güngörmüş' bilgisayarımı alır giderim. Çünkü hizmet sektörü bilhassa elektronik ve otomotivde merkezden taşraya doğru verimsiz hale gelir. Aracınızın basit bakımını yaptırabilirsiniz ama özellikli bir arıza çıktığında sizi mutlaka en yakındaki merkeze yollarlar. Bunun gibi bilgisayar kablosu arızası ve benzeri sıkıntıları taşrada çözebilirken biraz daha ilerisi için merkeze yönlendirilirsiniz.
Geçen haftaki yazımı tamamlayıp iletip birkaç saniye sonra ekranda pilimin kritik seviyede olduğu uyarısı geldi. Oysa dolum cihazı takılıydı. Kontrol ettim doldurmuyordu. Kendi kendime diğer bilgisayarımı getirmediğim için bir hayli söylendim, "Ya yazıyı göndermeden pil bitse, cihaz kapansaydı, ne olacaktı" Elbette koşturmaca başlayacak ve illaki yazı baskıya yetiştirilecekti ama benim gibi yedekli cihazlarla çalışmayı huy edinmiş biri için bu durum ruhi bir huzursuzluğa sebep olacaktı. Nitekim oldu da!
Kendimi çok ödüllü yönetmenlerin, "kasaba kapanı"na sıkışmış buldum: kır kökenli ama şehir görmüş enteller gibi hissetmeye başladım. Balkonda 'minmalist' hareketle ayağa kalktım. Uzaktan görünen denize uzun uzun baktım, bu mevsimde sabah veya akşam dalgalı olan suda bir tek titreme işareti yoktu. İçinde bulunduğum ruh halimin aksine zihnimden geçen "Denize girmek lazım," çıkıntı o fikri hemen kovup rolüme döndüm. Pencereden görünen gardırop aynasına yan gözle bakmaya başladım. Aynadan epey uzak olmama rağmen evet, tam olarak istediği görüntü buydu: kaplumbağadan bile daha yavaş ve çok uzun yıllar yaşayacakmış gibi yavaş hareketler… Bir süre sonra kendimi, ahlat ağacına benzettiğim armut ağacına bakarken buldum ve girdiğim ruh halinin (rolün) hiçbir sorunu çözemeyeceğine ve kaderime razı olmam gerektiğine karar vererek kendinle tekrar konuşmaya başladım: "Acaba bir zamanlar Anadolu ve Trakya'da bu tür gündelik sorunlar nasıl çözülürdü" O dakika Türk gazeteciliğin yüz akı, edip ve şarkı sözü yazarı, muharrirler sultanı Ahmet Rasim Bey'i, çağdaşlarını, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nu, "Anadoluculuk" akımı yazar ve şairlerini tekrar okumam gerektiğini düşündüm. İşin özü, Ağustos sıkıntı bana iyi gelmemişti.
Sonbaharda mutlaka Beyazıt Devlet Kütüphanesi veya Taksim Atatürk Kitaplığı'na duhul ederek bu yazarların edebiyat külliyatlarını, eğer mümkünse birinci baskı kopyalarını çıkarttırıp okumam gerektiği kararına vardım. Hatta eski alfabeyle basılmış olanları tercih etmem gerektiği konusunda kendi kendime ısrarcı oldum. Böylece yeniden gerçek hayatın sorunlarına dönebilecek kudreti nefsimde buldum ve hemen kasabanın yolunu tuttum. Araya sora bir bilgisayarcı buldum. Etrafındaki 1900'lü yıllardan kalma görüntülerini hiç bozmamış tuhafiye, pastane, berber vs. gibi dükkânların aksine ön cephesine cam giydirilmiş bu işyeri büyük şehir varoşlarından buraya ışınlanmış gibiydi. İçeri girdim, derdimi anlattım. İş sahibi delikanlı bilgisayarımı, ön kabloyu, şarj cihazını alarak içeri girdi, elektrik akımı ölçen bir cihazla bir şeyler ölçmeye başladı. Delikanlı kasapların yüzde doksanının yaptığı gibi işlediği şeyi önüne almış sırtını da bana dönmüştü. Bütün çabama rağmen ne yaptığını bir türlü göremedim.