KÜLAHIMA ANLATIN
Yazın ortasına geldiğimiz şu günlerde, yaz güzellemeleri hepimizin dilinde!
Kavun- karpuz- peynir, deniz-güneş-kum, tatil- plaj-Bodrum üçlemeleri, ilk akla gelenler yaz deyince!
Ama asıl bir şey var ki yazın alamet-i farikası, yazların sultanı!
Serinlik desen onda! Renk desen onda! Aşk, tutku, tat hepsi onda!
Afet-i dünya; Dondurma
Yazarken bile tükürük bezlerim harekete geçti, o mis gibi sakız kokusu burnuma geldi.
Öyle çok severim ki dondurmayı, yazı- kışı yoktur bende, başkadır kalbimdeki yeri! Herkes sever de çocuklar bir sever sanki! Valla ben küçükken dondurmacıyla evleneceğim derdim, düşünün yani! Peki yazın o sıcak havasında içimizi serinleten, kızgın kumlardan serin sulara atlarmış hissi veren dondurma nasıl çıkmış acaba ortaya Bulanın ruhuna da buradan bir Fatiha!
İşin enteresan yanı, dondurma tek bir kişi tarafından icat edilmemiş, farklı kültürler ve yüzyıllar boyunca ona katkıda bulunan kişilerin getirdiği son noktaymış. Bir kısım tarihçilere göre dondurmanın hikayesi, M.Ö 4.yüzyıla dayanıyor. Boğazına düşkünlüğü ile tanınan Roma imparatoru Neron, gladyatör dövüşlerini seyrederken o keyifle kendisine lezzetli yiyecekler sunan çeşni başlarını ödüllendirirmiş. Çeşni başlarından biri, bir gün dağın zirvesinden topladığı karları bir kaba doldurmuş, üzerine bal ve çeşitli meyve parçaları dökerek, imparatora sunmuş. Neron, bu değişik, farklı tatlı yiyeceği çok sevmiş ve ertesi gün hizmetkarlarını, dağa kar toplamaya göndermiş. Karın üzerine bal ve ezilmiş meyve döktürerek de tarihin ilk dondurmasını hazırlatmış. Bazı tarihçiler ise Persler'in, buzu üzüm suyu, meyve suyu ve diğer tatlı tatlarla karıştırarak 'bastani' adı verilen dondurma benzeri bir tatlıyla dondurma tarihine yerel damgalarını vurduklarını söylüyor. Yani gördüğümüz gibi bu sevgili yiyecek 16. yüzyıldan başlayarak evriliyor evriliyor, elektrikle birlikte soğutma sistemleri de gelişince bugünkü halini alıyor.
Ama şimdi dondurma deyince de ülkemizin yüz akı olan bir yöre var ki bahsetmezsek çarpılırız!
O kar gibi beyaz, süt kokulu, türlü oyunlu Maraş Dondurmasının yeri başkadır gönlümde!
Çin'den mi Roma'dan mı yoksa İran'dan mı, nasıl geldi acaba Maraş'a, erimeden dondurma
Osmanlı'ya dayanıyormuş kökeni! Denilen o ki Maraşlı Osman Ağa adında bir esnaf, Osmanlı saraylarına yabani orkide köklerinden elde edilen salep satarmış. Bir gün satışlardan artan salebi süt ve şekerle karıştırıp kara gömmüş Osman Ağa! Ertesi gün de karışımı kontrol ettiğinde, salep ve sütün soğuk hava etkisiyle yoğunlaşıp sakız gibi sündüğünü fark etmiş. Çevresindekilere de bu yeni lezzeti tattıran Osman Ağa, büyük beğeniyle karşılanmış. Adına "Salepli Karsambaç" denen bu lezzet, zamanla geliştirilerek bugün bildiğimiz "Maraş dondurması" adını almış.
Bugün yediğimiz Maraş dondurmasının en önemli özelliği, Maraş dağlarında kekik, çiğdem, keven ve sümbül gibi doğal bitkilerle beslenen keçilerin sütünden yapılması! Bu doğal ve de özel beslenme, dondurmanın kendine has lezzetini ayrıca da dayanıklılığını sağlıyormuş!
Moraliniz bozuksa, tadınız yoksa yiyin bir top dondurma, gelsin keyfiniz yerine! Çünkü dondurma, bir mutluluk hormonu olarak kabul edilen ve vücuttaki stres düzeyinin azaltılmasına destek olan trombotonin'i uyarıyor. Ayrıca uykusuzluk belirtilerinin engellenmesine de yardımcı oluyor, içindeki dolu dolu kalsiyum da kemikleri güçlendiriyor.
Ha bir de 'E daha ne yapayım' diye de soruyor!
Onca şeye rağmen sevmiyorsanız dondurmayı, yemiyorsanız da;
"Siz onu benim külahıma anlatın!" diyor!
………………………………*…………………………………..
KORTUN YENİ LORDU;
Ya tamam kabul ediyorum; gelenekselciyim ben!
Düşüncelerim modern, eğitimim modern, görünüşüm modern ama bir yanım hep geleneksel hep geçmişe, eskiye bağlı! Belki de o yüzden, eskiden beri süregelen, uzun zamandır devam eden, yıllar boyunca değişmeyen yerleri, görenekleri, organizasyonları başka bir seviyorum.
Bu organizasyonlardan biri de bu senenin 3. Büyük turnuvası olan ve 138. kez düzenlenen 'Wimbledon Tenis Turnuvası'!
İster tenis oynayın ister oynamayın, kalitesi, ambiansı, seyirci yapısıyla her yaştan kişinin ilgisini çeken bir spor tenis! Eskiden asillerin, şimdilerde zenginlerin sporu deniyor tenis için! Haklıdır- değildir polemiğine girmeyeceğim, müsaadenizle turnuvaya döneceğim!
Grand Slam turnuvaları arasında çim kortta oynanan tek turnuva olan Wimbledon Tenis Turnuvası'nda, tarihte ilk kez, çizgi hakemleri yerine elektronik çizgi hakemleri kullanıldı.
Pek çok heyecanlı ânâ, kalpleri çarptıran maçlara sahne olan turnuvanın yıldızı Kate Middleton'du kesinlikle! Galler Prensesi. Wimbledon Açık'ta kadınlar finalinin tek başına yıldızıydı, erkekler finaline ise ailesiyle katıldı. Zarafeti, kıyafeti ve o mahcup haliyle Diana'yı anımsattı. İçeri girdiğinde tribünler ayakta alkışladı, binlerce kişiyi kendine hayran bıraktı. William farklı kesim ceketiyle, George takım elbisesiyle Charlotte da annesini aratmayan şıklığı ve aslında kraliyet ailesinin yazılı olmayan kurallarına 'kafa tutan' pembe ojeleriyle dikkat çekti. Çizdiği ilgili anne ve eş imajıyla da İngiliz kadınları için ideal bir rol modeldi. Eşi William'a giydirdiği tasarım ceketle oğlu George'un takım elbisesi de büyük beğeniyle karşılandı. Kızı Charlotte da şıklığının yanı sıra kraliyet ailesinin yazılı olmayan kurallarına 'kafa tutan' pembe ojeleriyle 'tam da Diana'nın torunu' dedirtti. İngiltere, kendisine yakışan müstakbel kral ve kraliçesini gerçekten bulmuş gibiydi.
Turnuvadaki bir tarihi ilk de şampiyondan geldi! Jannick Sinner, tek erkeklerde şampiyon olarak bu başarıyı gösteren ilk İtalyan tenisçi oldu. Sinner, Wimbledon final maçında, bu yıl Roland Garros finalinde 3-2 yenildiği rakibi Alcaraz'ı 3-1 yenerek şampiyonluğa ulaştı.
Henüz 24 yaşında adını tenisin en iyileri arasına yazdırmayı başaran Sinner'ın hayatında, enteresan virajlar, keskin yol ayrımları var. Annesiyle babasının bir kayak otelinde şef ve garson olarak çalıştığı küçük bir kasabada büyüyor genç oyuncu! 3 yaşında hem kayak yapmaya hem de tenis oynamaya başlıyor. 8 yaşından 12 yaşına kadar İtalya'nın en iyi kayakçılarından biri oluyor. Öyle ki 8 yaşında büyük slalomda ulusal bir şampiyonluk, 12 yaşında da ulusal ikincilik elde ediyor. Kayak aşkı sebebiyle bir süre tenise bırakıyor ve babasının ısrarlarıyla yeniden oynamaya başlasa da tenis onun için hala kayak ve futbolun ardından üçüncü sırada geliyor. 13 yaşına gelip de ergenlik tamtamları çaldığında içindeki savaşçı ruh canlanıyor, kayak ve futbolu bırakıp tamamen tenise dönüyor. Çünkü direkt bir rakibe karşı yarışmak ve tüm kararları kendisinin verebileceği bireysel bir spor yapmak istiyor. Bugünkü şampiyonluğa giden hikâye de işte böyle başlıyor.
Alcaraz kadar hırslı onun kadar tutkulu mu Değil gibi sanki!
Ama Federer'in asaleti, dibine kadar hissettirdi kendini!
Son derece profesyonel, duygularına hâkim, rakiplerine saygılı bir tenisçi!
Dünyadaki en önemli tenis turnuvasının "şampiyonlar tablosuna" adını yazdırıp, geleceğin İngiltere kralına bile imza verip bunları da henüz 24 yaşında yapan bir dahi!
Yolun açık, kupan bol olsun Sinner,
Zaten kupayı Kate'den almak bile yeter ki!
…………………………..*………………………………
ALİMİN ÖLÜMÜ, ALEMİN ÖLÜMÜDÜR
Ünlü sunucu ve yazar Ayşenur Yazıcı'nın isyanı, gözleri hastaneler ve doktorlara çevirdi!
Ayşenur Yazıcı, tıkalı olan damarına stent takılırken stentin yanlışlıkla böbreğini tıkadığını, bunun düzeltilmesi için girdiği 7,5 saatlik ameliyatta organlarının paramparça edildiğini ileri sürdü. Hastaneye girdiğinde kolesterolü, şekeri ve kronik hiçbir hastalığı olmadığını ama yapılan tıbbi hata sebebiyle kan değerlerinin kötü olduğunu, iç organlarının sürekli kanadığını ve neredeyse her gün hastaneye gitmek zorunda kaldığını belirtti. Bu komplikasyonlar sebebiyle %74 engelli kaldığını, hastaneye dava açacağını hatta elindeki 'böbreğimi geri ver' yazan pankartla kendisini hastanenin önündeki demirlere kelepçeleyeceğini de söyleyen Yazıcı, gözyaşlarını tutamadı!
Doktorluk kutsal bir meslek ama seni şifalandırdığı kadar hayattan da soğutabiliyor. 'İyi doktora denk gelmek, şans işi' der annem hep, böyle olayları görünce, insan bunu daha iyi anlıyor.
Tam da bu zamanda öğrendim, hani annemin şans dediği o 'iyi' hatta 'en iyi'sinin hikayesini;
Şeyh Said ayaklanmasının hedeflerinden biri Diyarbakır'ın Lice ilçesiydi. On binden fazla silahlı aşiret mensubuyla kuşatılmıştı Lice, ancak koskoca devleti temsil eden Lice kaymakamı Asım beyin elinde sadece on kişilik müfreze vardı, ha bir de kendi beylik tabancası! Bu şartlarda direnebilmeleri zordu, korkulan oldu ve Kaymakam Asım bey, eşi Sehavet hanım ve iki yaşındaki kızları Selma, rehine takasında kullanılmak üzere kaçırıldılar. Sehavet hanım altı aylık hamileydi, kâh yürüyerek kâh katırlara bindirerek, Lice'yle Hani arasındaki iki bin metre yükseklikteki dağlara götürüldüler. Mevsim kara kış! Tek-tük evden oluşan metruk mezralarda, zifiri karanlık mağaralarda rehin tutuldular. 2 ay kadar süren Şeyh Said isyanı, nisan ayının başında bastırıldı ama rehinelerin kurtarılması mayıs ortasını buldu, Mürsel paşa komutasındaki yedinci fırka tarafından sağ salim kurtarıldı Asım bey ve ailesi! Neredeyse 3.5 ay boyunca silahların gölgesinde, ölüm korkusuyla iç içe, berbat koşullarda yaşamışlardı. 3 kişilik aile olarak kaçırılmışlardı ama dört kişi bulundular. Çünkü bir mucize gerçekleşmiş, yemeden içmeden kesilerek 38 kiloya düşen, üstelik karnı burnundayken katırdan düşerek yaralanan Sehavet Hanım, dağ başındaki o kuş uçmaz- kervan geçmez mezranın birinde doğum yapmış, sağlıklı bir erkek bebek dünyaya getirmişti.