Can Atalay kararı sadece Anayasa ihlali değildir, hukuk kuralları da katledildi!

ANALİZ

Kimsenin söyleyeceği bir şey olamaz, Can Atalay kararı ile ağır bir Anayasa suçu işlendi ve bu suça Türkiye Büyük Millet Meclisi de alet edildi.

Bir anlamda darbe meclis tarafından da tescil edilmiş oldu.

Ancak bu karar sadece Anayasa'nın belirleyici hükmünün uygulanmaması ile de sınırlı değil.

Atalay kararının Meclis'e gönderilmesi de hukuk kurallarına aykırı.

Sözüne çok güvendiğim hukukçulardan Ömer Faruk Eminağaoğlu Anayasa dışında işlenen hukuk cinayetini maddeler halinde özetlemiş.

Bu yazıyı sizin de takdirinize sunmak istedim.

Şöyle diyor Eminağaoğlu;

1- Seçilme yeterliliğinin ortadan kalkması, bir yıl ve daha fazla hapis cezası içerir kasıtlı bir suçtan mahkûmiyete ilişkin mahkeme kararının kesinleşmesi ile olur.

Ancak kesinleşmiş böyle bir mahkeme kararı TBMM Genel Kurulunun bilgisine sunulabilir.

Kesinleşmemiş bir mahkeme kararı TBMM'nin bilgisine sunulamaz.

Kesinleşmemiş bir mahkeme kararı TBMM'nin bilgisine sunulsa bile, böyle bir mahkeme kararına dayalı olarak milletvekilliği düşmüş sayılamaz.

Can Atalay'ın milletvekilliği düşmemiştir.

Diğer gerekçelere de gelirsek:

(AYM'nin kesinleşmeyi ortadan kaldıran kararına itibar edilmemesini, Yargıtay'ın hukuk dışı kararına itibar edilmesini, yerel mahkeme kararının kesinleşmemesinin gözetilmemesi konularını da bir an için bir yana bırakalım.)

Dahası da var!

Konu o kadar vahim ki, skandal!..

2- Anayasa madde 842 ye göre TBMM'ye yargılamayı yapan "yerel mahkemenin kesinleşmiş kararının" bildirilmesi gerekiyor.

Oysa TBMM'ye, Anayasa'nın 842'inci maddesindeki bu karar değil, Yargıtay'ın en son verdiği 3.1.2024 tarihli kararı gönderilmiş.

Bu durum Yargıtay kararı ile ve TBMM tutanağı ile sabit!

Bu yönüyle bile TBMM'nin bilgisine Anayasanın 842 maddesindeki bir karar sunulmamış.

Bu yönden bile düşen bir milletvekilliği yok.

3- Yazışma silsilesi olarak;

Yargılamayı yapan merciin yani İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararı, o yer Cumhuriyet Başsavcılığı yoluyla Adalet Bakanlığına, Adalet Bakanlığı'nın da Cumhurbaşkanlığına göndermesi gerekiyor.

Kesinleşen kararında, Cumhurbaşkanlığı tezkeresi
yoluyla TBMM Genel Kurulu'na
sunulması gerekiyor.

Olayda yerel mahkeme çıkışlı bile bu silsileyle hiçbir yazı gönderilmemiş.

Kesinleşen yerel mahkeme kararı gönderilmemiş ki...

Yargıtay 3. Ceza Dairesi, doğrudan TBMM'ye yazı yazarak, sadece "kendi kararını" iletmiş.

4- Kaldı ki, Yargıtay 3. Ceza Dairesi doğrudan TBMM'ye yazı da yazamaz.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi kurum dışına adli yazışmalarını sadece Yargıtay Başkanlığı aracılığı ile yapabilir.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi yazışma kurallarını bile gözetmemiş!

5- Yargıtay tarihinde ilk kez bir Yargıtay Ceza Dairesi, doğrudan TBMM'ye yazı yazıyor. Bu, AYM'ye de yapıldığı gibi, TBMM'ye saygısızlık, TBMM'nin manevi şahsiyetine saldırıdır.

6- TBMM Genel Kurulu'na hiçbir kurum "doğrudan" yazı yazamaz. Bu gibi konular ancak yürütme organı olarak Cumhurbaşkanlığı'na tezkereleri ile sunulur.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi'nin doğrudan TBMM Genel Kuruluna yazı yazması, hadsizlik, TBMM iradesine saldırı, Anayasa'yı ihlaldir.

7- TBMM tutanağına göre, TBMM Genel Kurulunda okunan yazı içeriğinde, ceza miktarı yer almıyor. Yani seçilme yeterliliğini ortadan kaldıran bir ceza miktarı da TBMM bilgisine sunulmuş değil!

Bu saldırıyı kınıyorum.

CANIMI SIKAN ŞEYLER

Böyle adalet bakanı olur mu

Anayasa ihlal edilerek seçilmiş bir milletvekilinin üyeliğinin düşürüldüğü meclis oturumunda büyük tartışma çıktı biliyorsunuz.

Meclis başkanlık koltuğunda oturan eski Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, meclis tarihinde ilk kez bu kadar alelacele ve ayakta bir karar açıkladı.

Bozdağ hızlandırılmış bir konuşma ile Can Atalay'ın milletvekilliğinin düşürüldüğü söyledi ve elindeki tokmakla çana vurarak oturumu kapattı.

İktidar ve yandaş medya karardan çok memnun. Bir intikam duygusu ile kararı alkışlıyor.

Ancak benim en şaşırdığım ve canımı sıkan gelişme adalet bakanının konu ile ilgili yaptığı açıklama oldu.

Hukukçu kimliği de taşıyan bakan Yılmaz Tunç bakın ne dedi;

"Yargıtay 3. Ceza Dairesince verilen kesin hükmün Anayasanın 84. ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün 136. Maddeleri uyarınca, TBMM Genel Kurulu'nda okunması sırasında Meclisi yöneten Meclis Başkanvekilimiz Sayın Bekir Bozdağ'a yönelik çirkin hareket asla kabul edilemez. TBMM Başkanlık Kürsüsü aziz milletimizin kürsüsüdür. Her ne gerekçeyle olursa olsun millet adına hareket eden TBMM'nin çalışması engellenemez. TBMM Genel Kurulu'nu yöneten Başkanlık Divanına saygı göstermek herkesin görevidir. Meclis Başkanlık Kürsüsünün işgal edilmesi ve Meclis Başkanvekilimize kitapçık atılması, milli iradeye büyük bir saygısızlıktır."

Demek ki bütün olay muhalif milletvekillerinin milli iradeye saygısızlığı imiş.

Açıkça Anayasa çiğnenmiş, ortaya bir Anayasa suçu çıkmış, bakanın umurunda bile değil, o milletvekillerinin itirazını eleştiriyor.

Kedi kendime "Böyle ülkeye böyle adalet bakanı" demek geliyor içimden de neyse.

SORDUM ÖĞRENDİM

Utanmadan nasıl "kayıp yok" dersiniz

Büyük depremin yıl dönümüne 6 gün kaldı.

Yani o acının ve dehşetin üzerinden tam bir yıl geçti.

Elbette yaraların sarılması için eksik de olsa pek çok şey yapıldı ama hâlâ bulunamayan kayıplar var.

Üstelik iktidar deprem yaralarını sararken bile ayrımcılık yapıyor, çıkarcı yandaşlarının bu acıdan para kazanmasına olanak sağlıyor.

Aile bakanı kayıp çocuklar olduğu iddialarına nasıl "Yok böyle bir şey, kayıp çocuk yok" diyebiliyor, nasıl utanmıyor

Dün Antakya'nın en eskilerinden, Hatay'ın ilk Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen'in torunlarından Ali Mursaloğlu ile konuştum.

Bu köşenin okurları hatırlayacaktır; Ali Mursaloğlu'nun yıkılan evinde yitirdiği oğlu, gelini ve torununun cenazelerini bulamadığını yazmıştım.

Ne yazık ki hala bulunamadı.