Büyük Atatürkün son anları

BUNU YAZMAK GEREK

Büyük Atatürk'ün son anları

Bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Büyük Atatürk'ü yitirdiğimiz günün 86'ncı yıldönümü.

Çilelerle geçen, nice savaşlar gören, hastalıklarla boğuşan ama asla yılmayan her zorluğun altından kalkarak adeta tükenmiş bir milleti yeniden ayağa kaldıran ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran o yüce insan dünya var olukça bilinecek, anılacak ve açtığı ışıklı yol sadece bizi değil, tüm dünyayı aydınlatıyor.

Üzüntülü müyüz

Elbette.

Ama acımızı yüreğimize gömerek O'nun izinden gitmek, yarattığı Cumhuriyeti korumak, ilke ve devrimlerini daha ileri götürmek hepimizin görevi olduğu gibi borcudur da.

Bugün sizlere 12 yıl boyunca Atatürk'ün kütüphanecisi olarak görev yapan ve yanından hiç ayrılmayan isimlerden biri olan Nuri Ulusu'nun anılarından birini "Atatürk'ün son anlarını" sunmak istiyorum.

Oğlu Kemal Ulusu'nun yüzlerce anı notlarından derlediği "Atatürk'ün Yanı Başında" isimli kitabından bu bölümü birlikte okuyalım;

SON CUMHURİYET BAYRAMI

1938 yılı 29 Ekim 15. yıl Cumhuriyet Bayramı şenlikleri yapılıyor. Atatürk çok bitkin ve de takatsiz. Dolmabahçe Sarayı'ndayız, kimsenin, hiçbirimizin neşesi yok, ama dışarısı felaket; halk bağırış çığırış, peş peşe maytaplar atılıyor, pat pat sesleri geliyor.

Dalgın dalgın duran Atatürk bize doğru döndü ve "Bu sesler ne Mehmet" diye Berber Mehmet'e seslendi.

GÖK GÜRLÜYOR PAŞAM

Biz ikimizde şaşırıp susuverince Rıdvan oradan hemen atılarak "Gök gürlüyor Paşam" deyivermez mi Şöyle bir baktı ve "Siz bir araya gelip çocuk mu kandırıyorsunuz" dedi.

Tam o sırada sarayın önüne vapur gelmiş, içinde bando, İstiklal Marşı, diğer marşlar vurup duruyor. Yorgun, bitkin göz kapakları kapandı kapanacakken yine bize doğru dönerek ve de hafifçe gülümseyerek "Seviniyorlar, tabii sevinecekler, sevinmekte çok haklılar, 15 yıllık Cumhuriyet çok sevinilecek bir neticedir" dedi ve de gözlerini kapadı, daldı gitti.

HASTALIĞINA HİÇ İNANMADI

Her ne kadar ağır hasta da olsa, kendinde de olmasa ölmeden evvel ikinci güne kadar hep muntazaman tıraşını oldu, temizliğine ve titizliğine hep özen gösterdi. Her gün gazetesine bizzat kendisi göz gezdirirdi ve okurdu.

Zaten hastalığının ölümcüllüğüne hiç inanmadı, ölümü hiç, ama hiç aklına getirmezdi. Hep iyi olup, tekrar milletinin başında olacağına kendisini inandırmıştı. O manevi güçle yaşıyordu. Esasında, son Yalova-Bursa seyahatinde Yalova'ya gelmeden önce Bursa'da da hastalığı nüksetmişti, o zaman da pek iyi değildi.

ERİYORDU AMA GÜÇLÜYDÜ

Doktorları Fransız Fissenger, Avusturyalı Prof. Eppingen ve Alman Prof. Bergman'ın birlikte yaptıkları konsültasyonlarda vücut yapısının ve de naturasının çok kuvvetli olduğunu belirtmişler ve yaşama azminin de çok güçlü olduğu hususunda da hemfikir olmuşlardı, ama maalesef o menhus hastalık her geçen gün, onu bedenen zayıf düşürmeye devam ede ede bugünlere gelinmişti.

Atatürk'ün son hastalıklı devrelerinde, yani komalara girip çıktığı günlerde, doktorların ve yakınlarının dışında, yanına girip çıkabilen ender kişilerden biriydim.

Zaten bilindiği gibi, çok önemli bir cümlesi vardı: "Özel hemşire falan istemem, bana benim çocuklarım herkesten iyi bakar."

AMAN YARABBİM

Evet, işte o çocukları ben ve arkadaşlarımdı. Ona öyle güzel ve titiz bakardık ki doktorları dahi şaşırırdı.

İşte böyle girdiği komaları esnasında zaman zaman "Aman Yarabbim, aman Yarabbim" diye mütemadiyen Halikından, Allah'ından yardım dilediğini gözlerimle gördüm, kulaklarımla işittim.

Aman Allahım, aman Allahım ne acımasız günlerdi o günler...

O koca dev adam, Büyük Komutan, Ulu Önder Atatürk, O tüm dünyadan korkmayan, hatta tüm dünyaya kafa tutan o insan.

Büyük Allah'ına, Tanrısına olan inancı ve imanıyla "Aman Yarabbi, aman Yarabbi" diyerek ondan yardım bekliyordu.

Bu muydu dinsiz Atatürk, bu muydu Allah'a kitaba inanmayan, Mason Atatürk...

Bunları söyleyenin Allah cezasını versin; veriyor da zaten, her zaman da verecektir. Bunu yaşayanlar hep göreceklerdir.

O sıkıntılı günler Cumhuriyet Bayramı'ndan sonra iyice arttı, Atatürk gözlerimizin önünde her geçen gün biraz daha güçsüzleşiyor adeta eriyordu.

9 KASIM GÜNÜ

9 Kasım günü hemen hemen kendinde değildi. Ben ve arkadaşlarım hiçbir şey yapamamanın acizliği ile sıkıntıdan üzüntüden kendi kendimizi yiyor ve sadece köşe bucakta gözyaşı döküyorduk.

10 Kasım 1938 saat dokuzu beş geçe Atatürk'üm son nefesini veriyor.

Odada bulunan herkes komada, Büyük Komutan göz göre göre gidiyor, kimse bir şey yapamıyor ve son nefesini veriyor.

Hiç unutmuyorum, Atatürk öldü der denmez, oda kapısının önünde nöbet tutan genç bir teğmen şöyle bir başını havaya kaldırdı ve küt diye koca vücuduyla kalıp gibi yere düştü, bayılmıştı.

Bir tarih göç etmişti, biz ne yapacaktık.

GÖZLERİNİ KAPATTIK

İlk telaş sonunda doktorları son muayeneleri yaptılar, çenesini Dr. Kamil Berk, Mim Kemal Öke Bey gözlerini yavaş yavaş kapatıp, bir mendille bağladılar.

Bu mendili hatıra olarak ben almıştım, ağzından gelen en son salyasının lekesiyle bu mendil, bende hatıra olarak saklıydı, ama onu ve en önemlisi üzerinden keserek çıkarttığımız külotu ve fanilasını da hatıra olarak almıştım, bendeydi.

Hepsini daha evvelce bahsettiğim, o sözde basın mensubu bazı gazeteci arkadaşlar, iyi niyetimi suistimal ederek, bunları 'resim çekip tekrar geri getireceğiz' diyerek aldılar, ama maalesef geri getirmediler. İnşallah hakkettikleri bir yerde saklanıyor, duruyorlardır.

YÜZÜNÜN MASKI ALINIYOR

Bilahare yüzünün maskının alınması gerektiği söylendi.

O anda şaşırmış vaziyette odada bulunanlardan kimse cesaret edemezken