En sevdiğim mekânlar içinde birinci sırayı her zaman kütüphaneler ya da kitap dolu salonlar alır. Böyle mekânlar, konferans salonlarından çok daha cazip gelir. Kürsülerin, sahnelerin olduğu salonları fazlasıyla kurumsal, mesafeli, tek taraflı iletişim imkânlarıyla zamanın ruhuna da uygun bulmuyorum. Bu salonlar kitle iletişim araçlarının popüler olduğu zamanlara eşlik eden etkinlik mekânlarıydı. Bugünün iletişim kanalları çok çeşitli ve dağınık; her platform, her mekân, her araç artık iletişimin mecrasıdır.
AK Parti Kültür ve Sanat Politikaları Başkanı Hüseyin Yayman'dan Kütüphane Sohbetleri adıyla bir davet alınca diğer program alternatifleri içinden onu tercih ettim. Hüseyin Yayman'ın konuğu ise 33 yıldır Cumhurbaşkanımız ile birlikte siyaset yapan parti sözcümüz, siyasi tecrübesinin yanı sıra entelektüel kapasitesi, kriz yönetimi ve süreç yönetimiyle de tanıdığımız uzman bir isim: Ömer Çelik'ti.
Bu yazı Ömer Çelik'i gençlerle birlikte dinlerken 33 yılda kat edilen yola dair anlatılarımızda fikir ve duygu olarak geçirmekte zorlandığımız konular üzerine düşünürken ortaya çıktı.
Lenin'in, bizim gençliğimizde herkesin okumak zorunda olduğu bir kitabı vardı: Ne Yapmalı Ne yapmalı, nasıl anlatmalı sorusu her çağın olduğu gibi bugünün de en temel sorusu.
Alev Alatlı, olayları anlatırken hep bir masanın üzerine serili dünya haritası olması gerektiğini, aynı zaman düzleminde diğer ülkelerde bilimden sanata ne olduğunu görmeden evimizde olanı yeterince anlayamayacağımızı söylerdi. Bunun yapıldığı bir tarih anlatısı oluşturmak en büyük nasihatiydi!
Bizim de en büyük meselemiz bu değil miydi
Çünkü hiçbir şey boşlukta ve tek başına ortaya çıkmıyor. Bu eşleştirme kim olursa olsun liderleri ve değişim gerçekleştirdikleri çağları anlamak için elzem. Çağın içinde parlayan, toplumlarına mesafe kat ettiren, köklü reformlar yapan liderleri anlamak için öncelikle değişimin içinde gerçekleştiği çağın anlaşılması gerekiyor.
Bugünkü gençlere bazı şeyleri anlatmakta zorlanmanın belki de en büyük sebebi 20. yüzyılın sonu ila 21. yüzyılın ilk yarısı arasında; AK Parti'nin iktidara geldiğindeki iç-dış dinamikler ile bugüne kadar geçen zaman olabilir. Zamanın adeta büküldüğü bir dönemden geçtik; toplumun, güç dengelerinin ve teknolojinin değişim hızı her şeyi gölgeledi.
Her şeyden önce dünyada siyasi iklim değişti. Avrupa ve Amerika'da 2000'li yıllarda %2 bile oy alamayan popülist sağ partiler bugün %30'larda oy almaya, neredeyse iktidara gelmeye başladı. Yeni sağ- yeni sol kavramları hayatımıza farklı içeriklerle girdi. Bütünsel ideolojik duruşlar yerini kısmî ittifaklara, kültürel dosyalara, kadın sorunları, cinsiyet, iklim, hayvan hakları gibi başlıklara bıraktı.
AK Parti iktidarının tam öncesinde pek çok değişim yaşanmış; soğuk savaş bitmiş, Sovyetler dağılmış 15 yeni devlet ortaya çıkmıştı. Amerika soğuk savaş sonrası Orta Doğu'ya Irak üzerinden ilk hamlesini PR şirketleri rehberliğinde yapmıştı. Amerikan toplumunda rıza oluşturmak büyük bütçeli ve bölgede radyo yayınlarını dahi kapsayan büyük bir halkla ilişkiler çalışmasıyla mümkün olmuştu.
2001'deki 11 Eylül Saldırıları sonrasında kesinkes dünyanın yeni ötekisi İslâm ülkeleri olmuştu. Bush'un deyimiyle artık Şam, Bağdat "şer başkentleriydi!" Amerika Irak'ı işgal edecek, Saddam yakalanıp idam edilecek, Libya tarumar edilecek, Esad demokrasi teklifini kabul etmeyince Suriye çok kanlı bir iç savaşa sürüklenecekti. Tunus, Mısır, Yemen önceleri Arap Baharı'nın başarılı ülkeleri ilan edilecek, sonra meydanlar susturulacaktı... Yemen, Suudi Arabistan ve İran arasındaki proxy savaşların kurbanı olacaktı. Altına halılar serilen, BM'de 45 dakika konuşmasına izin verilen Kaddafi yakalanıp linç edilecekti. Amerika'nın Usame bin Ladin ile savaşı arka fonda devam edecekti. Usame'nin okyanusun dibine gömüldüğü operasyonda Ladin'in cesedini değil ama Obama, Merkel ve Avrupa liderlerinin birlikte operasyonu izlediği resim hafızalarımızda soru işaretleri ile kalacaktı. IŞID, yeni çağın içinde yeni bir selefilik damarıyla ortaya çıkacak, sosyal medyada örgütlenecek ve Avrupalı savaşçıları ile el-Kaide karşısında başka bir terör örgütüne dönüşecekti.
İki milyona yakın Irak, Suriye mültecisi Avrupa kapılarına dayanacaktı. Avrupa sokaklarında tedhiş eylemleri, sarı yelekliler derken mülteci sorunu, İslâm nefreti Avrupa aşırı sağının merkezdeki fikrî dinamiğine oturacaktı. Buna bir de Çin'in hızlı büyümesi, kapitalizm ile kurduğu ilişki Amerika ile rekabeti, Ukrayna savaşı, İsrail'in Gazze'deki soykırımı eklenince dünya tuhaf bir yere dönüştü.
Finans kapitalizmi turbo kapitalizme, oradan da teknoloji şirketlerinin hepsini yuttuğu dev bir yapıya tekno feodalizme dönüşmüştü. Eski iş biçimleri -yeni iş biçimleri, eski toplum- yeni toplum, eski birey-yeni birey çatışma halindeydi.
2000'li yıllarda tuşlu cep telefonları ardından 2011 ile akıllı telefonların hayatımıza girmesi, internet, sosyal medya derken iletişim başta olmak üzere pek çok değişken birbirini etkileyerek sarmal şekilde ilerledi. Bu hıza zihin dünyamız pek de ayak uyduramadı. Don Kişot'un dünyasına Cervantes'in itirazları naif kaldı yaşadıklarımız karşısında. Ulusların değişimini anlamak için romanlara bakmak gerektiğine dikkat çeken Mustafa Özel, Cervantes'in Don Kişot'u yazma sebebini de benzer gerekçelerle şöyle açıklıyordu: "Çünkü şunu gördü Cervantes: Bir kere işlevsel akıl denilen, daha sonra Kartezyen devrime gidecek, fizik-matematik buluşmasını sağlayacak bir süreç başlamıştı... Bir akıl üzerinden gidiyor işler, fakat hakikati kaybediyoruz. Cervantes, 'Bundan sonra hakikati delilerden duymamız lazım, akıllılardan değil' diyordu."

5