ESKİ SOLCULAR -2- Huzursuzluğun inkârcılığındandır

Ayşe Şasa, Marksist bir entelektüeldir. Bir senaryo yazarıdır. Batılı bir terbiyede Macar Yahudisi ve Alman iki dadı, çocukluğunu şekillendirir. Dine dair hayatındaki tek şey anneannesi ile 7 yaşındayken camide kıldığı iki rekât namazdır. Marksizm, sunduğu adalet programıyla onu cezbetmiştir. "Marksizmin kapitalizme sunduğu eleştiri o dönemde ulaşabildiğim en sofistike ve cazip görüştü. Henüz İslâm'ı tanımıyordum. O güne kadar Marksist bir çerçeve içinde, sadece tarih ve sosyolojiden haberdardım. Yahu tarih ve sosyoloji ölüm ve ölüm ötesi hakkında haber verebilir mi"

Ayşe Şasa'nın hayatına buhranları yön verir. Solcu olduğu yıllarda Kemal Tahir'in etkisiyle köklü bir gelenek peşine düşmüştür… Uzun bir hastalık dönemi geçirir. Yirmi yıl odasından dışarı çıkmaz. On sekiz yıllık bir inziva hayatından sonra tıp onu iyileşmez hasta kabul etmiştir. 1980'de yatağının başına bir cilt İbn-i Arabi kitabı düşer: "Bütün ölçülerimi kaybedip, mahzun ve perişan olduğum bütün bildiklerimden şüpheye düştüğüm ve hiçbirinden yardım alamadığım bir gün, toplum beni kaldırıp bir kenara atmış. Marksizmin hiç de gündeminde olmayan bir durumla karşı karşıyayım; İşte o sıra İbn-i Arabi'nin kitabını açıyorum. Kitapta o güzel hadis-i kutsi: 'Ben bir gizli hazine idim, bilinmek istedim.' Bu bir davet, Allah bizi kendisini bilmeye davet ediyor. Birdenbire kalbim aşka düştü. Bomboş olan kalbimde bir aşk peyda oldu. Bugüne kadar hiç duymadığım bu sihirli müzik beni büyüledi, acılarımı sildi."

İsmet Özel'in kendi deneyi ve dönüşümü üstüne yazdıkları, pek çok kişiyi olduğu kadar Ayşe Şasa'yı da derinden etkiler. Ayşe Şasa'nın ışığı tasavvuf metinleridir. Daha sonra tanıştığı Müslüman münevverler tekâmülünü kolaylaştırır: "İnsanın Müslüman oluşu bence kendi bireysel kararıyla ilgili değil; size ilâhî bir merciden davet vuku buluyor, bir anda önünüzde bir ışık parlıyor, gafletten uyanıyorsunuz. Hastaydım, şifa arıyordum…"

Ayşe Şasa'nın şifa kaynağı Fusûsu'l Hikem'dir: "Ben Fusûs'u bir dua, bir vird gibi okudum. Kalbim açıldı, Fusûs içine kondu; bana yalnızlığımı, acılarımı unutturdu. İşte o noktada Allah'ın ipine tutundum, tutuş o tutuş…"

***

Ulvi Alacakaptan ise tiyatroya Genco Erkal ile başlar. Ankara Sanat Tiyatrosu sonrasında Ferhan Şensoy ile Ortaoyuncular'da oynar. TİP ve TKP arasında bir çizgidedir. 12 Eylül etkisiyle pek çok solcunun soldan kopma sebebini, yaşanan çözülme ile açıklar: "Herkes un ufak olup gidiyordu. O zamana kadar solda olmayan ahlâksızlık, içki, uyuşturucu yaygınlaşmıştı..."

12 Eylül ile birlikte örgütlerin ifrat derecesinde baskı altında tuttuğu bireylerdeki özlemler parlar. O zamana kadar Marksist-Leninist öğreti, mükemmel ama bizde yok diye kendilerini avutan solcular Sovyetler'i de sorgulamaya başlalar. Sorguladıkları teori değil, pratikteki fraksiyonlardır. Sovyetler revizyonisttir. Mao ölmüştür. "Enver Hoca da sabah kalkıp kafayı üşütürse biz nereye gideceğiz" dedikleri bir ortada kalmışlık durumu yaşarlar. 12 Eylül ile arkadaşlarının kimisi öldürülmüş, kimisi hapiste kalmıştır. Alacakaptan'ın deyimiyle ortada dolananlar "cırcır böcekleridir." Diğer taraftan, teoriye inanç da çökmüştür. Eski Marksistler artık sınıf hâkimiyetine inanmazlar. 12 Eylül sonrası ise sol, kendi kutsallığına olan inancını yitirir. Soldan geriye İstanbul festivali, sinema festivalleri kalır. Kendilerine solcu diyenler gerçek solcu değildir artık. Ulvi Alacakaptan bunu şöyle örneklendirir: "Onat Kutlar, Yılmaz Güney ile savcılığa düştüğünde Yılmaz Güney'in 'Ben nasıl komünist olurum, benim babam Adana'nın ağalarındandır' diyerek paçayı yırttığını aktarır."

Ulvi Alacakaptan'ın İslâm ile tanışması Ayşe Şasa'dan farklı bir yoldan ilerler: "84 yılı mayıs ayıydı, doğum günüm yaklaşıyordu. Cahit Sıtkı Tarancı'nın Otuz Beş Yaş şiiri takıldı aklıma. O sırada bir yerden duyduğum; 'Senin bütün huzursuzluğun inkârcılığındandır. Allah'ı tanı ve kurtul, çok az vaktin var!" cümlesi geldi aklıma. Sonra Kur'ân-ı Kerim ve bir hadis kitabı alarak okumaya başladım…"