Bu bölümde ise öğretmenlik yaptığım dönemlerden edindiğim tecrübelerimi sizlerle paylaşarak konuya nokta koymak istiyorum.
1990'lı yıllarda toplamda altı yıl kadar Milli Eğitime bağlı okullarda sözleşmeli sınıf öğretmenliği yaptım. Sözleşmeli olduğum için, her yıl ilçe Milli Eğitim müdürlüğüne yeniden müracaat edip, görev talebinde bulunuyordum. O vesileyle her yıl farklı bir sınıf ve dolayısıyla farklı öğrencilerim oluyordu. Hatta bazen bir yılda birden fazla sınıfım olabiliyordu. Tabii bütün bir yıl tek sınıfla devam ettiğim de oldu. Onlardan bir tanesi dördüncü sınıftı. İşte yazımın bu bölümünü o sınıfımı konu ederek tamamlamak istiyorum.
…
Malum okullarda teneffüs bitiminde iki dakika arayla iki kez zil çalar. Birincisi öğrenci, ikincisi ise öğretmen zilidir. İki zil arası öğrenci sınıfına girer, yeni dersi için hazırlığını tamamlar ve sesiz bir şekilde öğretmenin gelmesini bekler. Ancak öğretmenlerin tamamına yakını bu konuda muzdariptirler. Çünkü öğrenci adeta birinci zili duyamamış gibi teneffüsü biraz daha uzatma gayreti içerisindedir. Bunun asıl sebebi derslerin sıkıcı geçiyor olması ve bu sebepten öğrencinin derste enerjisini sarf edememesidir. Bunun için de teneffüsü bir fırsat biliyor ve tabii sonuç olarak da koridorlar ve sınıflar savaş alanına, sıralar ise kale burçlarına dönüyor…
Bu kısa bilgilendirmeden sonra bir anekdot anlatmak istiyorum. Yine bir öğretmen ziliyle beraber diğer bir öğretmen arkadaşla beraber üst kattaki sınıflarımıza çıkıyoruz. Bahsettiğim gibi koridorlar yine savaş alanı gibidir ve öğrenciler de sınıflar arası savaşa tutuşmuşlar. Sadece benim sınıfımın kapısı kapalıdır ve ne giren vardır ne de çıkan. Arkadaşa: "Hocam şu benim sınıfın kapısını bir açar mısın" diyorum. Şaşkın bir edayla açıyor ve bir o kadar şaşkınlıkla da tekrar kapatıyor. Öğrenciler gayet sessiz ve hep birlikte ayağa kalkarak gereken saygıyı göstermişlerdir. Tabii bunun bir seferlik bir kurgu olarak değerlendirilmesini istemem. Oturmuş bir sistemden bahsediyorum.
Amacım kendime methiyeler dizmek değil tabiî ki. Bir takım yaralara parmak basıp, mümkünse merhem olmaktır. "Peki, bu nasıl oluyor" dersiniz doğal olarak. … Aslında konuyla ilgili ilk yazıda bahsetmiştim. İnsan ruh ve bedenden yaratılmıştır ve hem ruhun, hem de bedenin ihtiyaçlarından bahsetmiştim. Bu ihtiyaçlar sistematik bir şekilde karşılanırsa insan kendi isteğiyle disiplinize olur ve kurallara da gönüllü olarak uyar. Bir anlamda çift kanadı olduğu için rahat uçar ve düşüp bir yerini yaralamaz.
'Peki, senin sınıfın nasıl kurallara uyuyordu' diye merak ediyorsunuzdur… Birçok kuralımız vardı tabii. Yukarıdaki bahsettiğimiz kuralımız şöyle; sınıf başkanımız, yaz dönemi Kur'an kursuna giden bir öğrencimdi. Namaz surelerini ezbere ve usulünde biliyordu. Din bilgisi dersinde de sure ezberleme vardı. Öğrenci bu sureleri evinde ezberlemekte zorlanıyor veya düz metin gibi okuyor. Sınıf başkanımız tahtada sureleri ayet ayet okuyor, sınıf da tekrar ediyordu. İşte öğretmeni bekleme süresi yani iki dakika bu şekilde geçiyordu. Şimdi bunun öğrenci açısından, öğretmen açısından, aile açısından getirisini varın siz düşünün…
Ha! 'Baskıyla, zorlamayla bir şeyler yapılıyordu.' diye düşünülsün istemem. Durumdan hem öğrenciler, hem veliler ve hem de öğretmenleri olarak şahsım memnundu. Sınıfımda ilkokulda altıncı senesinde olan hiperaktif bir öğrencim vardı ki henüz tam manasıyla okumayı bile sökememişti. Onun dahi dört tane sure öğrendiğini annesi bir ara mutlu bir edayla ifade etmişti…
Bu bir anıydı. Bir sınıfı disiplinize etmek sırf bununla olacak şey değil elbette ki. Mutlaka her öğretmenin özgün bir takım yöntemleri vardır. İyi insan yetiştirme adına hepsine saygı duyarım. Ancak, öğrenciyi horlayacak, azarlayacak, dayak atacak, ceza verecek yöntemlere asla ve asla saygı duymam. Bırakın, bu yöntemlere başvuracak ne bir zihniyete ne de bir şahsiyete saygı duyarım!
Sınıfımda farklı yöntemlerim de vardı. Öğrencilerim de onlara kısa sürede adapte oluyor ve sistematik bir tablo ortaya koyabiliyorduk. Öğrencilerimle aramızda saygı ve sevgi kaidelerinde herhangi bir esneklik yoktu. Keza ailelerle de gayet iyi anlaşıyorduk. Mesela hiçbir velime öğrencimi şikâyet etmedim ve çocuğu hakkında moralini bozacak bir değerlendirmede bulunmadım. Elbette çocuğun durumunu objektif olarak ortaya koyup, dayanışma ile problemin üstüne gidilecekti ama bu öğrenciyi olumsuz etkilememeliydi…
Mesela bir öğrencim vardı. Efendi mi efendi. Ama biraz takıntılı olduğu için okumaya da geçememiş. Maalesef öğretmeni her gün ama her gün okumaya geçmediği için azarlayıp dakikalarca tek ayak üzerinde ayakta bekletirmiş. Bu annesinin serzenişiydi. Çocuk o sene sınıfta kalmıştı. Doğrusu bence öğrenciye değil öğretmene acımak lazımdı. Ya da sonraki dönemlerde onun eğitim verdiği öğrencilere... Biz o öğrenciyle çok iyi anlaştık, adeta arkadaş olduk ve çok kısa bir zamanda okumaya geçti. Hangi öğretmenin haddine olabilir ki bir çocuğa özgüvenini kaybettirmek..
Hemen her ilkokul öğrencisinin, ön sırada hatta hemen öğretmenin önündeki sırada oturmak gibi bir hayali vardır. Oralarda oturanlar kendilerini, diğerleri ise onları şanslı görür. Bu sebepten öğretmenler velilerden çok serzeniş duyarlar. Ama benim velilerimin böyle bir şikâyeti olmazdı. Peki, ne mi yapıyorduk … Çok kolay bir yöntemi var. Şöyle ki sınıfın öğretmen masasına en uzak köşesindeki sırada oturan öğrenciler, ertesi gün öğretmenin masasının hemen önünde otururlar, diğerleri ise bir geri bir geri oturur. Her gün aynı şey tekrar eder. Hiçbir karışıklık da olmaz. Bu ise öğrenciye her gün ayrı bir heyecan getirir.