Dünyanın sonu!

1990'lı yılların sonlarıydı. CamelTrophy organizasyonu adı altında arazi araçlarıyla geleneksel bir yarış düzenlenir, sürüş tekniğinden çok insanın doğaya karşı verdiği mücadele şampiyonu belirlerdi.

O yılın finalini izlemek de gazeteye gelen davetiye üzerine bana düşmüştü dönemin genel yayın yönetmeni Özgen Acar'ın, "Arif, dünyanın sonuna bir git bakalım" talimatı ile. Şaka mı yapıyordu Özgen Bey, kovulmuş muydum, yoksa ciddi miydi derken, dünyanın sonu diye adlandırılan yerin Arjantin'in güney ucundaki Ushuaia olduğunu öğrendiğimde pasaport ve kışlık giysileri hazırlamak sadece bir gün sürdü. Bir de aşı olmuştuk yolculuğa çıkarken tropikal yönetmelik gereği.

1500'lü yıllarda Macellan tarafından keşfedilen Tierra Del Fuego'nun (Ateş Toprakları) başkentine ulaşmak için önce İstanbul-New York, ardından New York-Buenos Aires, sonrasında uzun bir uçuş daha, finalde pervaneli bir uçakla üç saat daha uçuş yapmak zorunda kaldık. İşin içine gecikmeler ve kaçan uçaklar girince 48 saat planlanan yolculuk dört günü buldu. Ushuaia'ya vardığımızda bizi (ağustos ayı) buz gibi bir hava karşılayacaktı. Uçaktan inerken gördüğümüz dev boyutlardaki buzdağlarının ortasında sıcak bir ortam bulmanın mümkün olmayacağı belliydi ama o soğuğun da tarifi yoktu. Hele hele Jules Verne'nin ünlü romanı "Dünyanın Sonundaki Fener" kitabına konu olan deniz fenerinin önünde fotoğraf çektirirken. Sonra yolumuz doğal olarak Ushuaia postanesine düştü. Penguen ve foklarla çekilen fotoğraflar kadar postanede pasaportunuza bir fincan kahve parasına vurduracağınız İspanyolca "Fin del Mundo" (Dünyanın sonu) damgası paha biçilmezdi. İnanılmaz sıklıktaki ağaçların bulunduğu milli park, Ruta National 3 ve 1950'lerde kapatılan Presidio isimli eski hapishane de gezildi o arada.

Grup olarak hareket ediyorsanız ve ekipteki Türk sayısı da fazlaysa sohbetlerde "Burada Türk yaşıyor mu" konusu gündeme geliyor bu tip seyahatlerde. Hele bu satırların yazarı ziyaret ettiği 100'e yakın farklı ülkede -en azından o güne kadarTürk olmayan bir kara parçasına rastlamamışsa. Oteldeki görevli, Türk müşterisinin hiç olmadığını söylemişti giriş işlemleri sırasında. İnanmadık. Soğuk Ushuaia sokaklarını gezerken "Alakush" diye bir tabela gördüğümüzde "Türk yaşamayan yer yok" görüşü doğrulanmış, "İşte..." demeye başlamıştık. Tek tük müşterinin olduğu bir bardı. Hararetle barmene "Türk müsün" dediğimizde, "Rusum" dedi göz kırparak. Pek inandırıcı değildi, yerel halktan biriydi belli ki. Barın adının Türkçe ile benzeştiğini sorunca, "alakush"un "uçamayan bir ördek" anlamına geldiğini ve bu hayvan türünün bölgeye has olduğunu söyledi. Ushuaia'da pek çok alakuş olduğunu da ekledi. Gerçekten de birçok dükkânın adı alakuştu. Biraz daha konuşunca uçakla gelenler hariç gemi misafirlerinin kentte sıkça konakladığını, Rusların bu son kara parçasında geçici işlerde çalıştıklarını ancak hiç Türke rastlamadığını söyledi.