Aydınlanma Devrimleri ve emperyalist kurgular

Siyasal iktidarın sözcüleri son haftalarda epeyce çığırından çıktı. Laiklik ilkelerine kökten karşı olan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, camilerle ilgili eski hikâyeleri yeniden gündeme getiriyor.

Milli Eğitim Bakanlığı tarikatları koruyan, kollayan onlara Cumhuriyet bütçesinden kaynak aktaran bir bakanlık haline geldi.

Bakan Tekin kendisini TÜGVA, Ensar ve TÜRGEV gibi tarikatları koruyan bir görevli olarak kabul ediyor.

Öte yandan Harbiye'den yeni mezun olmuş "Atatürk'ün askerleriyiz" diyen teğmenler öyle anlaşılıyor ki mesleklerini ve görevlerini yapamadan ordudan çıkarılacaklar. Bunun için de Milli Savunma Bakanlığı, "Bakanlığın itibarını zedelediler" gibi insanı güldürecek bir gerekçe buldu.

Erdoğan, "Atatürk on yıl daha yaşasaydı Türkiye daha güzel olurdu" dedi. Bir yazar da buna karşı şunları söyledi: "On yıl daha yaşasaydı yeni fabrikalar kurardı, AKP de onları satardı."

Eski bakanlardan Nihat Zeybekci de "Atatürk yaşasaydı AKP'ye girerdi" gibi insanları güldürecek söylemler ortaya atıyor. AKP iktidarının bu çelişkilerini, Cumhuriyetin temel ilkelerini hiçe sayan, laiklik karşıtı uygulamalarını saymaya kalkmak bu yazının boyutlarını aşar.

'MEDENİYETLER ÇATIŞMASI'

Bunlar aslında, AKP'nin siyasal görüşleridir diye düşünenler yanılıyorlar. Türkiye'nin özellikle "BOP" kararlarından sonra sürdürdüğü uygulamalar, süper güçlerin Türkiye için kurguladığı planların sonucudur.

Emperyalist devletlerin "Yeni Dünya" kuramcılarından Prof. Huntington'un 1996'da yazdığı "Medeniyetler Çatışması" adlı kitabında ileriye sürdüğü düşünceler unutulmasın.

Huntington bu kitapta 1996'da laik demokrasinin sadece Batı'ya uygun olduğunu, Müslümanların demokrasiyi beceremediğini, Türklerin de Atatürk'ten ve laiklikten vazgeçerek "ılımlı İslam" modelini benimsemesi gerektiğini ısrarla savundu. Soğuk Savaş boyunca İslami kimlik ve hareketlerin sosyalizm karşısında güçlendirilmesi Amerika'ya radikal İslam olarak dönünce, Soğuk Savaş sonrası dönemde kontrolü mümkün görülen hem de Amerikan emperyal düzenini devam ettirecek olan "ılımlı İslam" modeli oluşturuldu.

Böylece CIA masası şefliği de yapmış olan Graham E. Fuller, Paul Henze gibi isimler, Elizabeth H. Shakman, K. Robins, J. Esposito gibi sosyal bilimciler Türkiye'nin toplumsal gerçekliğine ters, tarih dışı bir durumu, kendi önerdikleri sisteme oturtarak anlatmaya ve savunmaya başladılar.

CUMHURİYETLE SORUNU OLANLAR

Son günlerde bu daha da yoğunlaştı. Nobel ödülü alan, Prof. Dr. Daron Acemoğlu da Atatürk hakkında yorumlar yaptı. Nobel ödülünü alan Acemoğlu, daha önce Orhan Pamuk'un yürüdüğü yoldan yürüyor.

Cumhuriyetle problemi olan kesimler konuyu 1930'lara getirirler. Bugünkü aksaklıkları Atatürk'e, Cumhuriyet dönemine ve 1930'lara bağlarlar. Acemoğlu da şöyle diyor:

"Atatürk, o sırada politik sistemi açabilmek gibi elinde bir opsiyon olmasına rağmen tam tersini yapıyor. Elindeki gücü merkezileştirmeye çalışıyor. Yani mümkün müydü gerçekten daha demokratik bir şey olması Belki de mümkündü. Niye Çünkü Osmanlı'dan başlayarak yani I. Dünya Savaşı'ndan önceki parlamentolara bakarsanız daha çoğulcu bir sistem var.

Bazı şeylerde empoze, çok özel zamanlarda olursa, örneğin işte Fransa'da Napolyonik, savaşlar zamanında, savaştan dolayı belki geçiyor. Ama onun dışında hemen hemen hiç örneği yok. O yüzden daha baskıcı değil de daha çoğulcu bir şekilde yapmanın mümkün olduğunu düşünüyorum ben o zamanki reformların. Çünkü Türkiye'nin demokrasisinin problemini ben başından beri sivil toplumun çok zayıf ve gücün de devleti kim kontrol ediyorsa elinde merkezileşmesi olarak değerlendiriyorum."

Acemoğlu, I. Dünya Savaşı öncesi Osmanlı Parlamentosu'nda "çoğulcu sistem" olduğunu söyleyecek kadar gerçeklerden uzaklaşabiliyor.

Bu görüş toplumsal gelişmeler tarihine, ortaçağı yaşayan bir toplumdan laik ilkelere bağlı ve Aydınlanma Devrimlerine dayalı çağdaş bir toplum yaratma mücadelesine bilimsel olarak ters düşüyor. Atatürk Devrimlerine ters bakan sürekli "Tepeden bastırdı" diyen oryantalizmin yüzeysel değerlendirmelerine karşı etkin ve doğru yanıtlar veren akademisyen Prof. Dr. Seda Ünsar'ın yazdıklarına bakıyorum. Bu konuda yazdığı bilimsel makaleleri bir yana, bir edebiyat yorumcusunun belirttiği gibi "edebi ve felsefi yönü ağır basan" Düşüş isimli romanında Prof. Ünsar şöyle yanıt veriyor: