Bu ülke siyahla beyazın, iyi ile kötünün, hürriyet ve istibdadın, zulüm ve adaletin birbirinin yerine geçtiği, yanlışın doğru olarak sıkça satıldığı bir yerdir.
Adalet-i mahza Kur'ân'ın temel emri iken devletin bekası gibi izafî bir yaklaşımla adalet adına gerçekleştirilen şehzade katl'lerinin derin matemini tutan bir coğrafyadır burası. "Masum bir insanı öldürenin bütün insanlığı öldürmüş gibi sayılacağı" İlâhî ikazına rağmen, suçun şahsîliği Kur'ân'ın kesin bir emri iken, binlerce yeniçerinin yargısız infaz edilmesini "Vaka-i Hayriye" diye kayıtlara geçiren bir tarihin yönlendirdiği, devletin selâmeti için fertlerin hak ve hukukunun yok sayılabileceğini irade buyuran bir geleneğin temsilcileriyiz biz.
Böyle bir coğrafyada "İstibdâd-ı mutlaka cumhuriyet nâmı vermek, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun ismini takmak" şaşılası bir durum da değildir. Bu durumda tek yolun kılıçları kuşanmak olduğunu söyleyenlere Bediüzzaman'ın hayatı ne güzel bir cevaptır. Böylesi durumlar karşısından İslâm'ın devlet yaklaşımını temsil eden Asr-ı Saadet uygulamalarını günümüze aktaran Bediüzzaman için devlet bir mücadele alanı değildir. Mücadele, iman hakikatlerinin neşredileceği iman-küfür mücadelesinin gerçekleştiği sahadadır.
Risale-i Nur'daki şefkat, hak ve hakikat ve vicdan mesleğinin bizleri siyasetten ve idareye ilişmekten men ettiğini söyleyen Bediüzzaman, Risale-i Nur'dan ders alanların masumların kanını ve hukukunu zayi eden fitnelere girmeyeceğini, akim ve zararlı fitnelere hiçbir cihetle yanaşmayacaklarını vurgulayarak her döneme uyarlanabilecek önemli prensipleri va'z etmiştir.
Şeyh Said Hadisesi üzerinden Bediüzzaman'ın devlet yaklaşımını kısaca değerlendirdiğimizde, sonunda masumların da canının yanacağı akîm ve menfî bir hareketten kaçınılması gerektiğini tavsiye eden, müsbet hareketi prensip edinen, milletin sulh ve selâmetini esas alan bir yaklaşımı görürüz. Ankara'ya gelişinde milletin üstüne çöken kara haleti fark ederek bir dizi girişimde bulunan Bediüzzaman'ın ülkede dinsizlik rejimini ihdas etmeye yönelen bir anlayışa karşı fikren bir mücadele başlatması, silâhlı mücadeleye cevaz vermediği gibi siyasî mücadeleyi de meşkuk görmesi, kendisini Şeyh Said adına ziyaret eden Kör Hüseyin Paşa'yı getirdiği altınlarla birlikte reddederek geri göndermesi, dahilde kılıç çekilemeyeceğini temel bir prensip olarak vurgulayarak "Millet, irşad ve tenvir edilmelidir" sözleriyle müsbet iman hizmetinin işaretini vermesi, "Türk milleti asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılıç çekilmez" sözleriyle bu milletin kahraman ecdadına ve askerine dikkat çekmesi, şeaire uzanan elleri gördüğü halde bu ellere ilişmeye izin vermemesi çok açık ve net anlamlar içermektedir. Bediüzzaman her şeye rağmen devletinin ve milletinin yanındadır. Bu yanında oluş, zulümlere boyun eğme, istibdadı görmezden gelme, haksızlıklara ve İslamdışılığa sessiz kalma anlamına da gelmemektedir. Ümera-ulema ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini de gözler önüne sererek bir İslâm âlimine yakışır şekilde Bediüzzaman, istibdadın zulüm ve tahakküm olduğunu haykırmaktan çekinmemiş, devletin adalet, meşveret ve kanun hâkimiyeti gibi esaslar üzerine şekillenmesi gerektiğini her fırsatta seslendirmiştir.
Şeyh Said Hadisesi sonrası yerinden yurdundan edilerek sürgün edilen Bediüzzaman'ın normal bir insan davranışı olarak uğradığı haksızlıktan dolayı isyankâr bir söylem geliştirmek yerine kader-i İlâhîyi nazara veren iç sorgulamaları ve rıza ile hadisatı kabullenmesi de bizim için büyük dersler içermektedir.