İstanbul sohbetleri
Değerli edebiyatçımız Mehmet Nuri Yardım beyefendi tarafından organize edilen 43ncü İstanbul sohbetlerine konuşmacı olarak davet edildim. Konu; Anadolu'da manevi iklim. Yer olarak İstanbul Cerrahpaşa Fatih semtinde bulunan Ali paşa camisinin yanındaki Hekimoğlu Kültür Merkezi idi.
Geçen Cuma günü yani 4 Temmuz 2025 tarihinde o mekâna gittim. Seçkin bir dinleyici kitlesi vardı. Böyle bir heyet karşısında evvela şu cümlelerle başladım. Beni dersine çalışıp çalışmayan bir talebe gibi lütfen kabul edin.
Evet, çocukluğumuzun döneminde bize Allah'ı, Resulünü ve Kur'an-ı anlatan din adamları hemen hemen yok gibiydi İlkokul ve ortaokul çağlarında bazı hocalara gittim. Sadece Kur'an-ı Kerimi yüzeyden okumayı bize öğretiyorlardı.
O dönemlerde birçok insanımız Fatiha'yı bile okuyamazdı. Böylesine çorak bir iklimde yetişmenin ne kadar zor olduğunu bizzat yaşayanlardanım. Çünkü din yasaklanmış ve hatta Kur'an-ı öğreten hocalar hakkında adli işlem yapılıyordu. T.C.K.'nın 163'ncü maddesi yürürlükte idi. Bu uygulama dini öğrenmenin en büyük engelini teşkil ediyordu. Bu madde rahmetli Turgut Özal döneminde kaldırıldı.
Bunun en bariz örneğini Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin yazmış olduğu ve Kur'an'ın öğrenilmesi gereken birçok ayetlerin tefsiri olan Risale-i Nur kitaplarının bin defadan ziyade mahkemeye verilmesi hukuk tarihinde emsali görülmeyen bir uygulama idi.
Toplum dinden uzaklaştırılmış ve aynı zamanda yasaklanmış bir dini nasıl öğrenebilirdi.
Âcizane yaşadığım o zamanın dini hayatında iki uygulama toplumun ayakta kalmasını sağladı. Halk türbelere akın ediyordu. Türbeleri ziyaret etmek büyük bir ibadetmiş gibi algılanıyordu. Türbelerde yapılan dualar ve kesilen kurbanlarla bu canlılık her zaman var olmuştur. Günümüzde bile bu gelenek hala devam etmektedir.
Toplumun İslami hayatını ayakta tutan oruçtu. Oruç ise geleneksel olarak devam ediyordu. Toplumda oruç tutmayan insanlara başka bir nazarla bakılırdı. Müslümanlık adeta oruçla eş değer hale gelmişti. Sağlığı yerinde neden bu adam oruç tutmaz diye büyük bir baskı oluşurdu. Yazın kavurucu sıcağında tarlada elleriyle ekin biçen, bağda, bahçede çalışan insanlar bütün sıkıntılara rağmen oruçlarını yemezler ve bu konuda çok titiz davranırlardı.
Hatta Urfa da içki içen birçok insan ramazan ayında içkiyi bıraktığı gibi camilerde teravih arasında okunan duaları onlar yaparlardı. Yani bir nevi zakirlik yapıyorlardı.
Namaz için böyle bir uygulama yoktu. Çünkü namaz kılabilmek için evvela Fatiha'yı ve bazı sureleri bilmek gerekir. Bir Fatiha'yı bile okuyamayan birçok insanımız vardı. İnsanların çoğu bu bilgisizlikten dolayı namaz kılmıyordu.
Ayrıca aşiretler kültürünü İslam'dan aldıkları için günlük hayat bu kültürle devam ediyordu. Bütün aşiretlerin kültürü birbirine benzer. İslam ahlakı öncelikli olarak sevap ve günah olarak hayatı tanzim eder. Aşiretler ise ayıp ve ayıp olmayan bir yaşantı biçiminde uygulanırdı.