Umduğunuz Türkiye değil, bulduğunuz Türkiye

Aslında ne olduysa Soğuk Savaş sonrası süreçte oldu. Soğuk Savaş sürecinde Türkiye, NATO'nun Güney Doğu kanadında Avrupa'ya oluşan Sovyet tazyikini azaltmış, Sovyetlerin Akdeniz'e erişimini bloke etmişti. İki kutuplu dünya düzeninde çok da yadırganmayacak bir surette, diğer birçok Batı ülkesi gibi Türkiye de bir vagon siyaseti takip ederek kendisine düşen rolü oynamıştı. Bunun dışında Türkiye silah satılacak iyi bir müşteri idi. Bu öylesine yağlı ballı bir ticaret idi ki, satılacak silah, mühimmat ve teçhizatın ne olacağına ve ne kadarının satılacağına satanlar karar veriyordu. Size istediğiniz silahı satmadıklarında "Ama biz müttefikiz, bana param ile satacağınız silah NATO'nun da güçlü olması anlamına gelir, ben güçlü olursam NATO'nun hudutları da o kadar emniyette olur" gibi argümanlar, karşı tarafı sadece tebessüm ettirecek cinsten argümanlardı. Hâlâ da öyledir. Yoksa şahidiz her karakolumuz basıldığında ve Mehmetçiğimiz şehit edildiğinde çarşaf çarşaf taziye mesajı yayınlarlar ve Türkiye'nin acısını derinden paylaştıklarını dillendirirlerdi. Dillendirirlerdi dillendirmesine de terör ile olan mücadelemizde bize silahlı insansız hava aracı satın dediğinizde kapılar sürekli suratınıza kapatılırdı. Ülkenin bir zamanlar en önemli yumuşak karnı olan hava savunma sisteminden mahrum oluşumuzun da gerekçesi izah edilebilir değil. NATO üyesiydik ve NATO ülkeleri hava savunma sistemi satmamakta direniyordu. NATO'nun koridorlarından ikbal devşiren devşirmeler NATO'nun çanağından kendilerine ikbal devşirmiş birkaç kifayetsiz muhterisi formatladılar, onlar da geldi 'biz hava savunmamızı kendi uçaklarımız ile sağlıyoruz' diye yıllarca masal anlattılar, en başta da siyaset mekanizmasına. Hâlâ birkaç kifayetsiz ekranlarda daha düne kadar bu hayal mahsulü söylemi dillendirmekteydiler. İnsan merak etmiyor da değil, ülkenize atılan seyir füzelerini de uçaklarınız ile mi etkisiz hâle getirecektiniz İşin daha da enteresan olan tarafı, bu silah ve teçhizatın ne kadarına ihtiyaç duyduğumuza ve alım kararına kadar olan süreçlerin tamamında siyaset mekanizması ya zahiren mevcut idi ya da hiç mevcut değildi. Ceketin düğmelerini baştan yanlış bağladığımız için de iki yakamız da bir araya bu yüzden bir türlü gelmedi. NATO üyesi bile olsanız, aldığınız silahları ne zaman nerede ne kadar kullanacağınıza hep ipin ucunu elinde tutan karar veriyordu. Uluslararası anlaşmalar size garantör devlet olarak müdahil olma hakkı tanısa dahi, adadaki soydaşlarınız EOKA terör örgütü tarafından katledilirken Kıbrıs'a müdahil olamıyordunuz. Müdahil olmaya kalktığınızda ABD Başkanı Johnson bir mektup gönderiyor ve Türkiye'yi Sovyet tehdidine karşı koruyamamaktan bahsediyordu. Şartlar böyle olunca da tabii olarak kendi menfaatlerinizin peşinden koşacak özgün bir siyaseti tatbik etmeniz çoğu zaman mümkün olmuyordu. Yine de milletin iradesine ram olmuş iktidarlar çıktı ve zaman zaman direndiler. Sen misin direnç gösteren Üniversiteleri sokağa döktüler, sokakları karıştırdılar, milleti elinde tenekelerle akaryakıt kuyruğuna soktular, faili meçhuller ile lider konumundaki insanları sindirdiler, partileri kapattırdılar. En problemlisi de darbeler ile seçilmiş hükûmetleri devirdiler, yerine geçen dikta yönetimleriyle de yağlı ballı dost oldular. Daha da öteye geçip yaptırdıkları darbeyi milletin aklıyla alay ederek 'Özgürlük ve Anayasa Bayramı' diye zorla kutlattılar. Bakınız 27 Mayıs alçaklığından sonra sözde antiemperyalist darbecilerin liderliğine getirilen Cemal Gürsel, 28 Mayıs sabah yani darbeden hemen bir gün sonra kimin ile buluşmuş ve kendisine nasıl ellerinize sağlık mesajı verilmiş. Fahir Armaoğlu'nun 'Türk Amerikan İlişkileri' isimli eserin 232. sayfasında Amerikan arşivlerindeki bölümünden bizzat aktardığı hâliyle: "Büyükelçi Warren, 28 Mayıs sabahı yeni Dışişleri Bakanı Selim Sarper ile birlikte darbenin liderliğine getirilen ve Genelkurmay Başkanlığı binasında bulunan Gürsel'i ziyaret etmiştir. Büyükelçi Warren, 27