Köprüden önce son çıkış

İngiltere Savunma Bakanı Ben Wallace, Putin'in uzun masasında alay konusu olan Batılı liderlerin girişimini, 2. Dünya Savaşı öncesi yapılan en büyük diplomatik hatalardan biri olarak gösterilen Münih Konferansına benzetmişti. 1938'de, dönemin İngiltere Başbakanı Chamberlain, Hitler'in istediği Çek toprağı Südet'i verince barışı sağlayacağını düşünmüş, ancak bu korkaklıktan cesaret alan Nazi Almanya'sı bir yıl sonra Polonya'yı da işgal edince dünya savaşı çıkmıştı. Wallace'ın "Havada Münih kokusu var" tezi, Rusya'nın başlattığı Ukrayna işgaliyle haklı çıktı. Nitekim Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Batı, maalesef çözüme katkı sağlamadığı gibi âdeta çomak sokuyor. Bundan önce Merkel çözüm için elinde anahtar bulundurabiliyordu ama şimdi Avrupa'da ciddi lider sıkıntısı var" cümlesini desteklercesine Avrupalı liderleri korkaklıkla suçladı. Problem şu; bunu iş işten geçtikten sonra anladı. Her ne kadar savaş başladıktan sonra gösterdiği direniş takdir görse de, mesele bu noktaya gelmeden "liderlik" gösterip ülkesini ve milletini bu duruma düşmekten kurtarabilirdi Yapmadı ya da yapamadı. Şimdi faturayı, onu koltuğa oturtan 40 milyon Ukraynalı ödüyor. Yok olan şehirleri, "gücü elinde tutanların" acımasızlığını, korkunç bir tecrübeyle bir kere daha yüzümüze vuruyor. Tarihten gelen tecrübe gösteriyor ki, bu savaş Ukrayna'da bitecek gibi görünmüyor. Avrupa şimdi, daha yıkıcı bir sürece hazırlanıyor. Ne yazık ki, Türkiye de coğrafi konumu ve stratejik ilişkileri sebebiyle bu krizin merkezinde. Bir tarafta üyesi bulunduğumuz NATO, öbür tarafta kritik ilişki yürüttüğümüz ve 'her ne olursa olsun' karşı karşıya gelmek istemeyeceğimiz Rusya. Gerilim tamamen bizim dışımızda gelişmiş olsa da, sonuçları ülkemizi yakından ilgilendiriyor. Türkiye, akıllı bir dış politika yürüterek, her ikisinden de vazgeçmeyeceğini, herkesin kapıları kapattığı Moskova ile masaya oturabilecek bir tek NATO üyesi olarak kalmanın avantajını anlatmaya ve kullanmaya çalışıyor. Önümüzdeki hafta Antalya'da toplanacak Diplomasi Forumunda, barış ve uzlaşmanın yolları aranacak. Dileriz Türkiye'nin çabaları sonuç verir de, dünya çok büyük bir badirenin kıyısından en az hasarla döner. Bu, belki de köprüden önce son çıkış olacak. Ötesini düşünmek bile korkunç. Bıçak sırtı durum; NATO mu, Rusya mı Türkiye NATO'ya boşuna girmedi. 2. Dünya Savaşı'nın özellikle son yıllarında iyice artan Sovyet işgali tehdidi, bu birliğe üye olmamız için en temel sebeplerden biriydi. 19 Mart 1945 tarihinde Stalin'den emir alan SSCB Dışişleri Bakanı Molotov, Moskova Büyükelçimiz Selim Sarper'e diplomatik bir nota vermiş ve "Türk boğazlarının savunulması için Sovyetler Birliği'ne üs verilsin" demişti. Bu kadarla da kalmamış, 1925 tarihli Türk-Sovyet Saldırmazlık Antlaşması'nın uzatılmayacağını söyleyerek âdeta "Bir gece ansızın gelebiliriz" tehdidinde bulunmuş Hatta daha ileri giderek, Kars ve Ardahan'ın Sovyetler Birliği'ne verilmesini istemişti. Üstelik bu istekler ABD ve İngiltere'nin bilgisi dâhilinde yapılmıştı. Neyse ki, 2. Dünya Savaşı sonunda ABD ve Sovyetler'in arası bozulunca Türkiye rahatladı. 1952'de Adnan Menderes hükûmetinin başvurusuyla Türkiye NATO üyesi oldu. ABD'nin değişen askerî stratejisinin bir sonucu olarak Marshall yardımı alıp ordunun modernizasyonunu yaptı ve bugünlere geldi. Diyeceksiniz ki, NATO üyeliği de başımıza bela olmadı mı Oldu elbette. Bu üyeliği sağlayan Menderes'in idam edildiği darbede de, sonrakilerde de hep NATO kurgusu vardı. Kıbrıs'ı tamamen Rumlara vermek istiyorlardı, ekonomik krizlerle paramızı hortumluyorlardı,