Ayasofya Câmii'ne "Bizans Müzesi" hakâretinin sahîh târihçesi (193)

"Tevrat'ın Tanrı ile insanı aynı şekilde tarif etmesi ne kadar iptidaî ise, dünyadan 400 km yukarıya fırlatılan Rus astronotunun, uzayın sonsuz olduğunu unutarak 'uzaya çıktım ama Tanrı'yı göremedim' demesi de o kadar budalacadır." (Nihal Atsız, "Yobazlık Bir Fikir Müstehâsesidir", Ötüken, Kasım 1970, sayı 11 83) Atsız, bu pasajda, bir intibâa nazaran, Deizmi benimsemiş gibi görünüyor: Allâh'ı hayâtından çıkarıyor; bu takdîrde, Allâh akîdesinin insan için hiçbir amelî kıymeti kalmıyor... Mâmâfih, bu pasajda da fikrî insicâmsızlığı devâm ediyor; çünki "ne olduğu, nasıl olduğu bilinmiyen", herhangi bir sıfatla târif edilmesini yasakladığı "Tanrı'nın Türkleri korumasını diliyor"... Âşikârdır ki "korumak, himâye etmek" için Tanrı'nın Rahîm, Kadîr, Alîm olması lâzımdır... Sonra, Tanrı'ya böyle bir dilekde bulunmakla, ona yakarmış oluyorsunuz... Öyleyse bütün yakarışınız bu kadar mı Tabiî olarak ihtiyâc duyacağınız başka yakarışlarınız, duâlarınızla O'na yöneldiğiniz zaman ortaya nasıl bir Tanrı mefhûmu çıkıyor Üstelik, bu dilek de, hiç Türk metâı gibi görünmüyor, Amerikalıların "God save America!" sloganını hatırlatıyor... Dahası, Tanrı nîçin hassaten Türkleri korusun Türklerin Tanrı nezdinde ne imtiyâzı vardır Dikkat edilirse, bu tavır, Müslümanları Allâh'ı beşerîleştirmekle ithâm eden Atsız'ı, kadîm Sümerliler ve muâsırları ile Yahûdiler gibi bir "Millî Tanrı" inancına götürüyor... Yânî düpedüz Putperestlik ve Antropomorfizm! Dîğer taraftan, Atsız, sap ile samanı birbirine karıştıran iddiâlar serdediyor: Yahûdilik ve Hıristiyanlıkta, Allâh, hakîkaten iyice beşerîleşmiş bir varlıktır, bir nevi "Süpermen"dir. Lâkin "göklerin bir yerindeki tahtının üzerinde" ifâdesiyle, "Arş" ve ("Âyetelkürsî"deki) "Kürsî" tâbirlerine atıfta bulunup bu teşbîhleri, mezkûr iki (menşêleri îtibâriyle) "semâvî" dîndeki Allâh tasvîrleriyle aynı kefeye koyarken haksızlık yapıyor. "Her tasavvurdan münezzeh Hak'tır Ol!" -Kur'ân'a Tevrâtî bir ulûhiyet telâkkîsi yakıştırmak, büyük haksızlıktır- Atsız, haksızdır, zîrâ Kur'ân-ı Kerîm'deki bu gibi teşbîhlerin hepsi mahzâ mecâzîdir, insanın Rabb'inin varlığını idrâk ederek O'nu yanı başında hissetmesi ve bu hissine göre davranması içindir... Meselâ "Allâh'ın eli"yle kasdedilen, O'nun Kudretidir. "Allâh'ın görmesi, işitmesi", v.s. de elbette Allâh'a göz, kulak, v.s. izâfe etmek değildir; maksad, insanoğluna, yaptığı her işten, bütün niyetlerinden ve şu mahsûs âlemde cereyân eden her şeyden Hâlik'ın bihakkın "haberdâr" olduğunu anlatmaktır. "Allâh'ın Gazâbı", bir insanın öfkelenmesi gibi bir şey ve "Allâh'ın Rızâsını kazanmak", Allâh'ı bir beşer gibi- memnûn etmek, "gönlünü hoş tutmak" değildir... Kezâ "Alîm", Kadîr", "Rahîm", ilh... Allâh her çeşid beşerî sıfattan ve hâlden münezzehdir, berîdir, ârîdir... (Bu husûslarda Mûtezilenin ferâsetli îzâhatına mürâcaat edilebilir: Prof. Muhammed Ebû Zehrâ, İslâmda Siyâsî ve Îtikâdî Mezhebler Târihi, Müt.: E. R. Fığlalı ve O. Eskicioğlu, İstanbul: Yağmur Ye., 1970, ss. 174-175; o da, Eş'ârî'nin Makâlâtü'l-İslâmiyyîn'inden naklediyor) Ne var ki Yüce Hâlik, kullarına, onların dilinde hitâb ediyor; bunun için de hitâb beşerîleşiyor, beşer dillerinin kâidelerine uyuyor... İmtihân için yarattığı insanoğluna, başka nasıl hitâb etmesi beklenebilir Kur'ân-ı Hakîm'in tâlim ettiği Ulûhiyet telâkkîsi, Zâtîdir ("Dieu personnel"), lâkin tam mânâsıyle Müteâldir; Allâh, mahlûkâtına mahsûs her çeşid sıfattan ve her çeşid tasavvurdan münezzehdir: "...O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur!" (Şûrâ -42-: 11) "...O'nun küfvü dengi, eşi, benzeri olabilecek hiçbir şey yoktur!" (İhlâs -111-: 4) "O, onların önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Onların ilmi ise, O'nu aslâ ihâta edemez!" (Tâhâ -20-: 110) "Gözler O'nu idrâk edemez; fakat O, gözleri idrâk eder! O, Latîf ve Habîrdir!" (En'âm -6-: 103) "Mühürlenmiş kalb"i, Materyalizmin karanlığına gömülüyor Alelâde bir Müslümanın dahi mâlûmu olan bu bilgilere muhakkak ki Atsız da vâkıftı; vâesefâ ki Irkçılıkla kalbi mühürlenmiş olmalıdır! Nitekim, sakîm muhâkemesi, Deizmle de kalmıyor, netîcede, gelip Materyalizmde karâr kılıyor... "...Ölümden ötesi meçhul bir yokluktur..." sözüyle Âhiret inancını reddederek muhâkemesine devâm ediyor, yanlış bir "kader" telâkkîsiyle Müslümanları (kendi tâbiriyle "Yobazları") çıkmaza sokmıya çalışıyor, Materyalizmin "Türk metâı" olmadığını çok iyi bildiği için, zoraki bir gayretle, Türk târihinden istisnâî nümûneler buluyor, bu sûretle "Türkcülük" nâmına Materyalizmi gûyâ millîleştiriyor, "Dünya bir takım gayesiz olayların ardı ardına gelmesinden ibarettir." gibi câhilâne bir söz sarfeden İbn-i Yemîn ve mümâsili dalâletlere sapan Bağdâdlı Rûhî, Abdülhak Hâmid gibi edîblerle yola devâm ediyor, nihâyet Simavnalı Bedreddîn'in (ve Yahûdi mürîdi Torlak Kemâl'in) materyalist ve anarşist felsefesinde karâr kılıyor: "Yobazlara göre Tanrı, insanların ne yolda hareket edeceklerini, daha kâinatı yaratmadan önce tesbit etmiştir. Bunların hepsi Levh-i Mahfuz'da yazılıdır. (Bu yazıların dili de herhalde Arapça olacaktır.) O halde insanları cezalandırma neye Madem ki insanlar Tanrı'nın iradesiyle suç işliyorlar, akılları, fikirleri, iradeleri Tanrı'nın ezeli kararı karşısında