Kapitülasyon, bir ülkede, yurttaşların zararına olarak, yabancılara verilen ayrıcalık haklarıydı
Osmanlı Devleti'nde ilk kapitülasyonlar 1479 tarihinde Venedik'e verilmişti. O tarihten sonra da çeşitli devletlere kapitülasyonlar verilmeye devam etti ve bazı devletlere kendi vatandaşını yargılama hakkı tanınmıştı. Osmanlı Devleti, 1856 tarihli Paris Antlaşması ile Avrupa Devletleri arasına dâhil edilmiş, yine 1856 tarihinde Paris Barış Konferansı'nda ilk kez kapitülasyonların kaldırılması gündeme gelmiş, ancak başarıya ulaşılamamıştı.
(Aradan çook uzun yıllar geçmiş, Lozan Antlaşması ile kapitülasyonlar tamamen kaldırılmış ve yabancı devletlerin kendi vatandaşlarını yargılama hakları son bulmuştu. Osmanlı Devleti'nin yabancı devletlere vermiş olduğu kapitülasyonlar, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile kaldırılmıştır.)
Türkiye Cumhuriyeti sadece 3 yaşındaydı
2 Ağustos 1926,
Midilli Adası açıkları
Geceydi. Adanın on kilometre kadar kuzeyinde bir deniz kazası yaşandı. Lotus adındaki Fransız yolcu gemisi, kömür taşıyan Türk şilebi Bozkurt'a çarparak batırdı. Kazada sekiz Türk denizci can verdi. Bozkurt'un sağ kalan mürettebatını denizden toplayan Lotus, ertesi gün İstanbul Limanı'na geldi.
Polis kazayı soruşturmaya başladı. Lotus'un kaptanı Jean Demons ile Bozkurt'un süvarisi Hasan Bey kazada can verenlerin aileleri tarafından yapılan şikâyet üzerine tutuklandı.
İki kaptanın haklarında İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. Mahkeme kararını 7 Eylül 1926 günü verdi. Yargılama sonunda kazaya sebebiyet veren Lotus isimli geminin nöbetçi kaptanı Jan Demons 2 ay 22 gün ağır hapse ve 22 lira para cezasına çarptırıldı. Mahkeme ayrıca Bozkurt isimli geminin kaptanı Hasan Bey'i de 4 ay ağır hapse 33 lira da para cezasına çarptırdı.
Mahkeme devam ettiği süre içinde uluslararası bir sorun haline dönüştü. Fransa, kapitülasyon döneminden kalma bir alışkanlıkla, Türkiye'nin bir Fransız kaptanı yargılayamayacağını ileri sürüp tutuklamayı ve mahkûmiyeti protesto etti.
Fransız Konsolosluğu Maslahatgüzarı Pervejer, Lotus gemisi kaptanının tahliye edilmesi için Türk Dışişlerine bir nota verdi. Türkiye ise yargıya müdahale edilemeyeceğini ancak istenilirse konunun Uluslararası Sürekli Adalet Divanı'nda sonuçlandırılabileceği teklifini sundu. O teklifi sunan Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey'di.
Gencecik Türkiye Cumhuriyeti o yaşında dünya güçlerine kafa tutuyordu. İki devlet 12 Ekim 1923 tarihinde imzaladıkları yazılı sözleşmede Uluslararası Sürekli Adalet Divanı'nın vereceği kararı kabul edip buna uyacaklarını belirtti.
Atatürk olanları an be an takip ediyordu. Mahmut Esat Bey'i makamına çağırdı. "Mahmut Bey, meseleyi bir kez daha anlatınız. "dedi.
Mahmut Esat Bey en ince ayrıntısına kadar durumu izah etti:
"Paşam, Lahey Adalet Divanı'na gidelim. Kimin haklı olduğu orada meydana çıksın. Ben, hakkımızdan eminim. Müsaade ederseniz, davamızı ben müdafaa edeyim. Kaybedersem, memlekete bir daha dönmem; fakat kazanacağız. Hem, Adalet Divanı önüne gitmeden Fransızların dediğini yapacak olursak, Fransız devletinin tehditleri karşısında boyun eğmiş olacağız. Bu da, onlara diğer meselelerde aynı tehditleri öne sürmek cesaretini verecektir. Hâlbuki Lahey Divanı'na gidersek davayı kaybetsek dahi şeref ve haysiyetimiz zedelenmez. Zira milletlerarası bir mahkemenin hükmüne uymak şerefsizlik değil, bilakis büyük şereftir."
Atatürk, gülümsedi. İşittikleri hoşuna gitmişti.
"Güle güle git. Kazanacaksın Mahmut Bey. Kazanmasan da memleket seni bağrına basacaktır. " dedi.
Mahmut Esat Bey vatansever bir milliyetçiydi. Odadan ayrılırken aklına, Birinci İnönü Savaşı'nda, bir kısım askerin süngüsü olmadığı için taşla dövüştüğü düştü. Sıtkı Paşa'dan dinlediği bir anıydı. Paşa kendisine, "Alay kumandanı düşmanın yaklaştığını, fakat askerin dövüşmek için süngüsü olmadığını söylediği zaman, şu yanıtı vermiştim: 'Bellerinde kuşak vardır. Yerde de Allah'ın taşı dolu. Doldursunlar süngü yerine onu kullansınlar!"