Türk-Yunan Sorunlarını Çözmek: Samimi Bir Diyalog ve Gerçekçi Bir Diplomasi

Ülkeler arası ilişkiler krize girdiğinde ve siyasetçiler ve diplomatlar arasındaki diyalog ve müzakere süreçlerinin tıkandığı kritik dönemlerde düşünce kuruluşları, basın ve akademi, taraflar arasında iletişim kanallarını canlı tutmaya yönelik çalışmalarını devam ettirirler. Çözüme yönelik plan ve projeksiyonlar alternatif çözüm süreçleri ile olgunlaştırılmaya çalışılır. Bu bağlamda tarafların yaklaşımlarını yakınsayacak, kaygılarını giderecek beyin fırtınaları organize edilir. Doğu Akdeniz coğrafyası da son yıllarda Türkiye'nin de dahil olduğu gerilimlere sahne oldu. Bölgenin tüm paydaşlarının istifade edebileceği ortak fırsat alanları yerini gerilim ve rekabete bıraktı. Bu durumun sürdürülemez olduğu neredeyse tüm paydaşların görüşüydü ancak bölgede işbirliğine dayalı yeni bir ilişki modelinin geliştirilmesine ve böylesi bir modelin oluşturulmasına dair belirgin bir yol haritası da bulunmamaktadır. Devam eden gerilimler taraflar açısından kaybet-kaybet senaryolarını desteklemektedir.

Cenevre Güvenlik Politikaları Merkezi'nin (Geneva Centre for Security Policy-GCSP) 2020'den beri Doğu Akdeniz Girişimi adı altında, Doğu Akdeniz'e kıyısı olan 6 ülkeden uzmanları ve üçüncü ülkelerden gözlemcileri bir araya getiren ve ikinci kanal (second track) olarak adlandırılan bir diyalog süreci yürütülmektedir. 2020 yılı sonundan bu tarafa, üçü pandemi döneminde yapılan çevrimiçi çalıştaylar olmak üzere toplam 9 çalıştay yapıldı.

Merkez, bu diyalog süreci çerçevesi içerisinde yalnızca Türkiye ve Yunanistan'dan katılan uzmanları bir araya getiren çalıştaylar da gerçekleştirdi. 2022 yılında bölgesel çalıştaylar olarak İstanbul ve Atina'da yapılan çalıştayların yanı sıra İsviçre'de yapılan toplantılarda Türkiye ve Yunanistan'dan katılan uzmanları ayrıca bir araya getiren toplantılar gerçekleştirildi.

İki ülke arasındaki ilişkilerin son yıllarda gergin geçmiş olması, bu diyalog sürecini ayrıca önemli ve değerli kıldı. Çalıştayların Doğu Akdeniz'de ve Ege Denizi'nde mevcut sorunların çözümüne dair öneriler geliştirmek amacı güttüğü söylenebilir. Bu bağlamda toplantılarda iki ülke halklarının birbirlerine karşı algılarının neler olduğu da ortaya konuldu. Esasen Yunan toplumunda Türkler ve Türkiye algısının çeşitli nedenlerle endişe ve bazen de korkuya dayalı bir algı olduğu, Ege Denizi'nde Türkiye deniz alanlarının Yunan adaları arasına girmesinde endişe duyulduğu ve nihayetinde Türkiye'ye karşı diğer güçlü ülkelerle ve AB ile işbirlikleri yapılmasının doğal karşılandığı anlaşılmaktadır. Bu yaklaşımlar yapılan müzakerelerde tüm taraflarca dile getirildi.

Neredeyse 2019 yılından 2023 Şubat ayına kadar çoğunlukla oldukça gergin geçen hatta bütün siyasi diyalog kanallarının askıya alındığı dönem, 2023 Şubat depremleri sonrasında karşılıklı yardımlaşma ve sıcak mesajların yoğunluk kazandığı bir döneme evrildi. Bundan sonraki süreçte genel beklenti bu sürecin düzenli bir diyalog sürecine dönüşerek, sorunların görüşülmesine ve çözülmesine dönük üst düzey görüşme süreçlerinin yeniden başlaması önemlidir. En son pozitif gelişme Yunanistan'ın yeni Dışişleri Bakanının 4 Eylül'de Türkiye'ye resmi ziyaret gerçekleştirerek kurumsal diyalog sericinin yeniden başlatılmasına dönük iki taraflı sıcak mesajların verilmesini sağlaması olmuştur.

Türk-Yunan İlişkilerine Dair Ortak Anlatı Arayışı

Tam da bu noktada Cenevre Güvenlik Politikaları Merkezi'nin gerçekleştirdiği Türk-Yunan Diyaloğu katılımcıları bir bildiri yayınladılar. Merkez'in web sayfasında yayınlanan ve "Diyaloğa Devam Edelim: Doğu Akdeniz Girişimi'nin Yunan ve Türk Üyelerinden Açıklama" başlığını taşıyan bildiri Yunanistan'dan Prof. Petros Liacouras, Emekli Korgeneral Ioannis Anastasakis, ve Atina Güvenlik ve Savunma Analizleri Enstitüsü başkanı Ms Antonia Dimou, Türkiye'den ise Prof. Yücel Acer, Prof. Talha Köse, ve Doç. Zuhal Mert Uzuner tarafından imzalanmıştır. Ortaya konulacak bir çözüm anlayışı ancak soruna ve çözüm istikametine yönelik bir anlayış ve anlatının oluşması ile mümkün olabilir. Uzmanların kolaylaştırıcılar desteği ile yürüttükleri diyalog ve müzakereleri ise böylesi bir ortak anlatının oluşmasına katkı sağlamıştır.

Günümüzden yaklaşık yüz yıl önce Türklerin ve Rumların onlarca yıldır süren çatışmalara Lozan Antlaşması ile son verdikleri hatta kısa süre sonrasında 1930'lu yıllarda neredeyse mucizevi bir dostluk kurdukları ancak o tarihten bu yana, gelişen uluslararası deniz hukuku kuralları ile Lozan'da masada olmayan konularda yeni anlaşmazlıkların ortaya çıktığı belirtilmektedir. Oysa yüz yıl önce çözümlenen sorunlara göre çok daha az karmaşık olan günümüz sorunlarının çözümünün daha kolay olduğu, üstelik sorunların çözümünün her iki ülke için de büyük bir kazan-kazan durumu yaratacağı belirtilmekte. Özellikle deniz alanlarına ilişkin soranların çözümünün hem uluslararası teamül hukukunun hem de BM Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin öngördüğü gibi "hakkaniyet" ilkesin göre yapılmasının büyük katkı sağlayacağı belirtilmektedir.

Türk ve Rum halklarının yüzlerce yıldır yan yana yaşamış olduğu, aynı coğrafyayı paylaşmış, kültür ve gelenek ortaklıkları geliştirmiş oldukları, bireysel düzeyde Rumlarla Türklerin birbirlerini düşman olarak görmedikleri aksine birbirleri iyi dost oldukları, her iki ülkede yapılan son kamuoyu araştırmalarıyla kanıtlanmış bir gerçek olduğu vurgulanmakta. Bu ruhla, her iki toplumun mensuplarının, karşı tarafa dair önyargıların ve çarpık kavramların aşılmasına ve karşı tarafın meşru kaygılarına dair bir anlayış yaratılmasına katkıda bulunabileceği vurgulanmakta.