Sultan Murad'dan İpek'e

Üsküp'e kadar gelmişken, Kosova'ya geçip Sultan Murad'ı ziyaret etmemek olmazdı. Sabahleyin erkenden yola düştük, sınırda da hiç beklemeyince "Meşhed-i Hüdâvendigâr"a hızlıca vasıl olduk.Kosova'nın başkenti Priştine'den kuzeybatıya Mitroviça yönüne doğru devam ederken hemen sol yakada kalan Meşhed-i Hüdâvendigâr, Osmanlı devletinin üçüncü hükümdarı Sultan Murad Hüdâvendigâr'ın 1389'da Birinci Kosova Savaşı'nın bitiminde şehit edildiği noktaya inşa edilmiş bir makam. Meşhed'in kelime manası da zaten "Şehit olunan yer" demek. Tarihî kaynaklara göre: Savaştan sonra cesetlerin arasında dolaşırken Miloş Obiliç adında bir Sırp tarafından hançerlenen Padişah'ın iç organları şehit düştüğü yere gömülmüş, naaşı ise oğlu Bâyezid'in (Yıldırım) emriyle Bursa'ya götürülerek Çekirge semtine defnedilmiş.Sultan II. Murad döneminde gerçekleşen İkinci Kosova Savaşı'yla (1448) birlikte bugünkü Kosova ve çevresi tamamen Osmanlı toprağı haline gelince, Meşhed ve çevresine ayrı bir ihtimam gösterilmiş, buraya Müslüman ahali iskân edilerek mamur tutulmuş. 1660'da bölgeyi ziyaret eden Melek Ahmed Paşa, Meşhed'in etrafına 500 meyve ağacı diktirmiş, türbeye de bir bekçi tayin etmiş. Meşhed-i Hüdâvendigâr, Sultan Abdülmecid'in 1848 tarihli beratıyla devlet tarafından atanmış resmî türbedarlara kavuşmuş. Buharalı Hacı Ali Efendi ailesi, türbenin bakım ve himayesiyle görevlendirilmiş. Aile zaman içinde "Türbedar" namıyla meşhur ve maruf olmuş.Ziyaretten sonra, avludaki küçük evin kapısına doğru yöneldik. Burada, Türbedar ailesinin son gelini Saniye Teyze ikâmet ediyordu. Tam 50 yıldır Meşhed'de vazifeli bulunan 71 yaşındaki Saniye Teyze, ikram ettiği Türk kahvesi eşliğinde öyküsünü anlatırken mutlu ve gururluydu. Varlık âleminde herkes bir vazife icra ederken, Saniye Teyze'ye de Kosova'ya İslâm'ın bayrağını taşıyan Sultan Murad'ın meşhedinde nöbet tutmak düşmüştü. İlahî taksimatın hikmetlerine akıl-sır ermezdi.Meşhed-i Hüdâvendigâr'dan sonra, Arnavutluk Alpleri'ne sırtını yaslayan şirin İpek şehrine yöneldik. Doğrusunu söylemek gerekirse, İpek'te beklediğimizden daha fazlasını bulduk: Osmanlı'nın Balkan Savaşları neticesinde kaybettiği şehirlerden biri olan İpek, aradan geçen onca fırtınalı ve zor döneme rağmen, daha ilk adımda "Ben bir Osmanlı şehriyim" diyordu lisan-ı haliyle. Çarşı Camii olarak da bilinen Bayraklı Cami'den başladığımız gezimizde tarihî Uzun Çarşı'yı, Müslüman mahallelerini, Hasan Paşa, Defterdar ve Kurşunlu camilerini ziyaret ettik. Camilerde genç cemaatin yoğunluğu bilhassa dikkatimizi çekti.İpek, Mehmed Âkif Ersoy'un babası Tâhir Efendi'nin de memleketi. Temizliğe aşırı dikkatinden ötürü "Temiz" lakabıyla ünlenen Tâhir Efendi, İpek'in Suşitsa köyünden. Sonrasında ilim için İstanbul'a hicret etmiş, oğlu da orada dünyaya gelmiş. İpek'i ve olağanüstü güzellikteki tabiî muhitini görünce, merhum Sezai Karakoç'un Âkif'i yerleştirdiği şu bağlam daha bir anlam kazandı: "Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih.