Sınıfsal İslamofobi

B.İnsanlık tarihinin geride kalmış istasyonu, çoktan aşılmış bilinç düzeyi, izah edilemez şeylerin yalancı izahı... 19. yüzyıl Avrupa'sının sıradan bir radikal pozitivisti dini bu çerçevede tanımlardı. August Comte'un birinci safha olarak adlandırdığı, bilimin henüz ortaya çıkıp gelişmediği dönemlerin ürünü, taşa toprağa tapmaktan, bilinmeyen bir tek Tanrı'ya tapmaya kadar kendi içinde çeşitli kademeleri olan bir şeydi dindarlık. Ancak bunu aşarak dünyaya ve insanlığa hizmet edilebilir refah ve barış getirilebilirdi. II. Dünya Savaşı'nda 50 milyon insan öldürdü bu pozitivistler ve sadece kendileri inanmakla kalmayıp, bizleri de inanmaya mecbur etmek istedikleri bu saçma sapan iddialarının ne kadar boş olduğu ortaya çıktı. Din o kadar da hafife alınır bir şey değilmiş dediler ve Habermas post-seküler durumdan bahsetti. Yalnızca cahillerin ve acizlerin işi değildir inanmak. Fakat aynı zamanda cahillerin ve acizlerin işidir de, meğer ki bunlar da insandır. Batı'dan esen bu pozitivist rüzgarlar, ki en olgun meyvesini Abdullah Cevdet suretinde henüz 19. Yüzyıl'da vermişti topraklarımızda, iddialarının ne kadar saçma ve temassız olduğu ortaya çıktıktan sonra dahi tortularını başımıza bela etmeye devam etti. Ancak bir salyangozun kara lahana yaprağında bıraktığı iz kadar ışıltılı, ancak bir o kadar da insanın iştahını kaçıran bir şeydir bu tortuların bizlere vaaz ettiği dünya görüşü. Her neyse, mesele değil. Onlarla fikri bir tartışmaya girecek değilim; zira burada bir fikir yok! Bu bir inanç meselesidir. İnanmak kabiliyetini kendi elleriyle törpüleyen adamlara neyi anlatabilirsiniz ki Biz buradan İslamofobi nasıl çıkıyor, nasıl birdenbire blasfemik oluyor bunlar, bunu tartışalım. Evet sanayileşeme süreci büyük yanlışlarla, büyük adaletsizliklerle başladı ve devam etti ülkemizde. Sınıfsal belirsizlik büyük bir sıkıntı oluşturdu pek çokları için. Avrupalı manada bir sol hareket çıkartamayacak kadar cılız bir işçi sınıfı, köylünün ve tarım toplumunun rağmına kendisini bir yerde zar zor var etti. Köyden şehre göçenler ise fabrika işçisi kıyafetini giymiş rençberler olarak yaşadılar; bismillah dediler yediler ve içtiler, şükür elhamdülillah dediler, hayatlarına devam ettiler. Ekonomik ve kültürel anlamda terakki ancak Batılılaşma ile mümkündüyse, bunu 19. Yüzyıl'ın görmemiş Türk aydınlatıcıları gibi; geri kalmış, ilmi-fenni çözememiş kabul ettikleri cahiller topluluğundan ayrışarak