Veriler ve vesikalara dâir

Modern akıl yürütmeler büyük ölçüde verilere dayanıyor. Bilindiği gibi veriler sayısal göstergelerdir. Sayılar üzerinden yürütülen istatistikî değerlendirmeler, bireylerden kurumlara, karar alma süreçlerini belirliyor. Günümüz teknolojisi, yâni dijitâl teknoloji de, verileri hızlı bir şekilde yenileme, güncelleme kapasitesine sâhip. Büyüleyici, başdöndürücü bir gelişme bu.Sayıların hegemonyası diyorum ben buna. Sayısal desteklerle konuşmayan, yazmayan kimselerin söyledikleri nazar-ı îtibara alınmıyor. Sayısal destek olmadan ileri sürülen tezlerin ciddiye alınmaması bir tarafa, alay konusu edilmesi riski de var. Hegemonya akademide de hâkim. Bu, elbette pozitif bilimler için vârid olamaz. Modern pozitif bilimler, Newton'dan bu tarafa sayısal-işlemsel bir dille konuşuyor. Nesnellik, bizzât ve bizâtihî olarak nesnelerle ilgilenen alanlara yakışıyor. Mesele, bu hegemonyanın, nesnelliğin dâima sıkıntılı olduğu beşerî bilim ve disiplinlere de sirâyet etmesidir. Beşerî bilimlerde veri kullanımının bâzı sağlamaları yapmak adına faydalı olduğu durumlar olduğunu reddediyor değilim. Mesele, beşerî bilimlerin topyekûn sayısallaşmasında yatıyor. Araçsal olması gereken bir şey, bizzât amacı ve topyekûn alanı işgâl ediyorsa ortada ciddî bir hâl var demektir. Maalesef yaşanan da bundan ibâret.Aslında bu, ciddî bir gerilimden kaynaklanıyor. Felsefe 18 ve 19. asırlarda o kadar spekülatif bir hâle geldi ki, bundan rahatsız olan "bilimsellik" derdinde olan çevreler nesnel bilim düşüncesini felsefenin bu azgınlaşmasına karşı seferber ettiler. Bilim-felsefe ilişkisinin ne olması gerektiği yolunda ağır tartışmalar başladı. Meselâ Schlick- Carnap ikilisinin önde olduğu bu çevre, Russell, Whitehead ve Wittgenstein gibilerin çalışmalarından da beslenerek, felsefenin bilhassa metafizik temelli aşırı iddialarını törpülemek için harekete geçmişlerdi.Anglosakson geleneği, zaman içinde beşerî bilim-onlar sosyal bilim diyorlar- çalışmalarını felsefî spekülasyonlardan kurtarmayı vazife edindi. Bunun da yolu, pozitif bilim metodlarını doğrudan sosyal bilimlere tatbik etmekti. Bilhassa, klasik felsefenin Anglosakson dünyâdaki son büyük temsilcilerinden sayılan Leo Strauss'a dönük eleştiriler literatürü de bu nokta-i nazardan değerlendirilebilir.Satıhta her ne kadar bilim-felsefe çatışması olarak geçse de, daha derinde bir târih-felsefe ve târih-bilim çatışmasının yer aldığını düşünüyorum. Filozoflar, modern Alman felsefesine gelinceye kadar târihe akıldışılığın işlediği, yâni logos'un konusu olmaya değmeyecek bir alan olarak baktılar. Modern dünyâda ise târihe vaziyet etmek, târihi felsefî değerlendirmelerin nesnesi hâline getirmeye mâtuf bir temâyül doğdu. Hegel'de zirveye çıkan târih felsefesi buna işâret eder. Daha sonra bu temâyül siyâsallaştı ve ideolojik bir çerçeveye de kaydı. Düzenlilik göstermeyen ve akıl dışı olan târihi, felsefî düşünceyi zerk ederek akılcılaştırma işi aslında felsefenin târihten arındırılması işinin başka bir veçhesi olsa gerekir.Diğer taraftan târih disiplinini bilimselleştirmek için de gayretler ortaya çıktı. En yıkıcı olan, târih-sosyoloji ayırımının yapılması; meselâ kendilerine târihçi diyen Weber'in bile sosyolog olarak etiketlendirilmesi oldu. Ama daha ağırı târih disiplininin nesnelleştirilmesi adına yapılanlarda yaşandı. Buna kısaca vesikalara dayalı düşünmek ve yorumlamak denir. Bu da bir başka sıkıntılar