Dün Çin, bugün Hindistan (1)

BRICS Çin'in, akabinde yapılan G-20 ise Hindistan'ın yıldızının parladığı iki toplantı olarak târihe geçti. BRICS, tam da Çin tarzı olarak, Dolar'ın dünyâ hâkimiyetini geriletmeyi güden bir meydan okumaydı. G-20 ise, bu defâ Hint tarzı olarak, yeni dünyânın nasıl bütünleşeceğine dâir bir tasarım ile temâyüz etti.Roma'nın meşhûr bir deyimi vardır: Işık Doğu'dan gelir (Lumini ex orient). Işığın burada bir metafor olarak kullanıldığını biliyoruz. Kastedilen zenginlik, bereket ve refahtır. Hakikaten de, Hindistan ve Çin, binlerce sene boyunca kadim dünyânın zenginliklerinin başat iki merkeziydi. (İskender'in Doğu'ya doğru o ihtiraslı fetih teşebbüsü, zenginliklerin menbâ'ına vâsıl olnak ve ona sâhip olmak ihtirasıydı.) Çin, İpek Yolu üzerinden daha kıt'asal; Hindistan ise Baharat Yolu üzerinden denizlere açılan bir güzergâhı temsil ediyordu. Derken devir değişti. Kapitalizmin birikim süreçleri, dünyânın sıklet merkezini Asya'dan Atlantik'e kaydırdı. Hem Çin hem de Hindistan, bu yeni merkezleşme süreçlerinde kenara düşerek fakirleştiler ve asırlar boyu müstemleke oldular. Unutmamak gerekiyor ki, Çin ve Hindistan'ın müstemleke târihleri iki zıt kültürel örüntü oluşturmuştur. Çin, kültürel olarak İngiliz kültürüne direnmiş ve onu içselleştirmemiştir. Belki de İngiltere bu yolda husûsî bir gayret göstermemiştir. Lâkin Hindistan'da İngilizce ve İngiliz kültürü, komprador elitlerden başlayarak aşağıya doğru derecelerde yaygınlaşmış, Hindistan istiklâlini kazandıktan sonra da bu kültürel bağlar gelişerek devam etmiştir. Evet; Çin ve Hindistan 20. Asrın ortalarında, Mao ve Gandhi gibi iki liderin riyâsetinde siyâseten ve hukûkî olarak istiklâllerini elde ettiler. Hindistan ekonomik cihetten karma ekonomi, Çin ise en katı ve koyusundan komünizm yolunu seçti. Hindistan uluslararası siyâsette, NATO ve Varşova Paktı karşısında üçüncü bir damar açtı ve Bağlantısızlığı savundu. Hatta bu hareketin liderliğini yaptı. Hem Atlantik hem de Sovyetler ile yakın ilişkiler kurdu. Çin ise ilk başta tercihini Sovyetler'den yana yaptıysa da, daha sonra Sovyetler'in en azılı hasımlarından birisi oldu. ABD bu durumu değerlendirdi ve 1970'lerden başlayarak Çin ile yakınlaştı. Bu yakınlaşmanın esbâb-ı mûcibesini daha sonra anladık. Mesele sâdece dünyâ komünist hareketini zayıflatmak değilmiş. Esas gâye, artık verimlilik düşüşü yaşayan ve vergiler ve ücretler üzerinden ağır mâliyet artışlarına mâruz kalan kapitalist üretimi, insanın değer taşımadığı, sopa zoruyla idâre edildiği bu kalabalık, itaatkâr ve aç memlekete aktarmakmış. 1970'lerin sonu ve bilhassa 1980'lerde en verimsiz, emek yoğunluklu sektörlerden başlayarak sanayi kapitalizmi Çin'i mesken tutmaya başlamıştı. 1990'lar Çin'in sermâye yoğunluklu sektörleri de çekmeye başladığı seneler oldu. Bu devir teslim başlangıçta Batı'ya hârika günler yaşattı. Senaryo basit olarak şöyle işliyordu: Üretimi Çin'e yıkmak, sınırsız bastığı Dolarla bu artığı çekmek, kamuoylarının tüketim standartlarını devâm ettirmek2000'li senelerde bu çevrimlerin bozulmaya, lümpen dar görüşlü hesapların çökmeye başladığını biliyoruz. Üstelik Çin, târihî Komünist(!) Parti toplantılarında da ilân edildiği üzere, emek ve sermâye yoğunluklu sektörlerdeki başarılarından sonra tekno sermâye yatırımlarına da başlamıştı. Trump'a saç ve baş yolduran teknoloji hırsızlığı üzerinden, Silikon Vadisi'nde uzun emeklerle üretilen icâtları bir çırpıda, üstelik emeksiz olarak Çin kendisine mâl edebiliyordu. 5G üzerinden, ABD'nin elinde kalan teknolojik üstünlüğe de meydan okuyordu. (Çin'in şu aralar tek zaafı chip sâhasında.