Bir intihârın düşündürdükleri

Geçenlerde çok genç bir tıp öğrencisinin intiharı, başta sosyal medya olmak üzere kamuoyunda tartışma konusu oldu. Enes Kara isimli, hayâtının baharında olan bir genç, arkasında bir vedâ kaydı bırakarak ölüme gitti. Bu kayıtta, kendisine bu acı karârı aldıran sebeplerden bahsediyordu. Anlaşıldığı kadarıyla, cemaat bağlantısı da olan dindâr bir âileye mensuptu. İyi niyetle de olsa âilesinin baskısıyla tıp okumaya ve cemaat mensuplarının kaldığı bir yurtta kalmaya zorlandığını, tıp tahsiline uyum sağlayamadığını, cemaat disiplinin kâidelerine göre idâre edilen yurttaki hayâtından müştekî olduğunu uzun uzun anlatıyordu. Kayıt, yaşadığı buhranların neticesinde hayâtını devâm ettirme azim ve kuvvetini kaybettiğini ve onu sona erdirme karârını verdiğini anlatan ifâdelerle sonlanıyordu. Daha sonra annesi ve halasıyla görüntülü bir konuşma yaptığını ve hayâtına kıydığını öğreniyoruz.Hakikâten de çok tesirli bir hadise bu. Aslan gibi yakışıklı, genç birinin geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkışını an be an gösteriyor. Eğer Enes bu görüntüleri kaydetmeyip, sâdece yazılı bir not bırakarak veyâ hiçbir not bırakmadan intihar etmiş olsaydı, hâdise kamuoyuna aksetmeyebilir; aksetse bile bu kadar tesirli olmazdı. İşin içine görüntülü bir kayıt girince sosyal medya bunu hemen sâhiplendi. Sayısız ve paylaşım eşliğinde yorumlar devreye girdi.Türkiye'de âile kültürünün geleneksel olarak baskıcı bir cephesi olduğu, ebeveynlerin çocuklarına nefes aldırmadığı, özgürlüklerini ve bireyselliklerini hiçe saydığı eskiden beri söylenir. Genellikle çocuklardan beklenen ebeveynlerin eksiklerini tamamlamaları, nihâî tahlilde onlar gibi olmalarıdır. Buna sosyolojide pederşâhî (paternalist) kültür denir. Batı âleminde bu kültür büyük ölçüde bizzat üretim toplumunda çözüldü. Âile ilişkileri üretimdeki işbölümünün fonksiyonu hâline geldi. Yâni moral boyutları sönümlendi ve maddîleşti. Batı'daki bireyselleşme süreçleri bizzat âilenin maddî yapılanmasının neticesidir. Özgürleşme, işbu maddîleşmenin içinde billûrlaşıyor. Muhafazakâr burjuva değerlerine göre şekillenen püritan çekirdek âile -meselâ Viktoryen örüntüde olduğu üzere- bu maddî süreçlere karşı koyamadı. Dönüştü ve nihâî evrede çözüldü. Türkiye gibi ara durumları yaşayan coğrafyalarda -meselâ Lâtin Amerika'da da olduğu üzere- hayli örselenmiş olsa da görece bir devamlılık sağladı. Ama son zamanlarda paternalist kültürün artık eskisi gibi işlemediğine şâhitlik ediyoruz. Mesele sâdece tüketimde yaşanan çılgın değişimlerle alâkalı değil. Çocuklar, geleneksel âile yapılarında kenar unsur olmaktan merkeze doğru geliyor. Bunu besleyen süreç ise doğrudan teknolojiyle bağlantılı. Merhûm Fethi Gemuhluoğlu, daha 70'lerde bunu hissetmiş ve veledşâhî bir dönüşüm geçirmeye başladığımıza işâret etmişti. Şimdi sağ olsaydı, muhtemelen "dememiş miydim" diye sorardı.. Ama paternalist yapılar, nâfile de olsa direnmeye devâm ediyor. Bahsi geçen dramatik hâdise de bunun bir misâliBeni daha çok alâkadar eden, maddîleşme süreçlerinin son zamanlarda kolonize ettiği yeni sahalar. 19. Asır'da zirveye çıkan romantizm ve türevleri, kapitalizmin hayâtı maddîleştiren tesirlerine bir karşı koyuştu. "Her şey mallaştırılabilir, ama duygularımız asla" demekti bu. Süreç bir akıl-duygu kavgası olarak gelişti. Akıl duyguları zararlı buluyor, gerçeğe ulaşmanın önündeki en büyük mânia olarak değerlendiriyordu. Fikirler duygulardan arındırılmalı ve gerçeğe hasredilmeliydi. Ontolojik olarak, "düşündüğümüz için vardık"; "hissettiğimiz için değil". Duygular yanılsamalarla