"Kapıdan savmazlar alırlar seni"

Dervişin yolculuktan bir muradı da cihanı ibret nazarıyla temaşa edip tefekküre bahane bulmak. Bana hemen, 'Bunun için yol tepmeye gerek yok, kendine baksa yine yeter' demeyin. Çoğu zaman kendini görmez insan. Kadim tekkeleri ziyaret ederek kabınca 'maneviyat' aparmaya çalışan modern bir birey olarak, kendimi derviş addetme hadsizliğiyle yollar teper oldum son birkaç süredir. Fakat kadim zamanlarda yolculuk eden dervişler, varacakları tekkeler tarafından adeta görünmez bir iple çekiliyorken; ben, kentin hız ve haz çarkından savrularak adeta hunharca itiliyorum yolculuğa. Bu yolculuklarda cihanı ibret nazarıyla temaşa etmek şöyle dursun, gözümü navigasyondan ayırabildiğim kısacık anlarda da robotik sesli ruhsuz bir ablanın 'sağa dön' diye emirler yağdırmasıyla irkilmekten kendimi alamıyorum. Yine böyle bir yolculuğun dönüşünde kendimi Vefa Bozacısı'nda buldum. Tarçınından leblebisine tüm boza içme ritüellerini yerine getirip üzerine bir de sosyal medya için afili bir paylaşım tasarladıktan sonra tam, 'İşte şimdi kocaman bir "Oh!" zamanı.' derken... Küçük. Çocuk. Dilenci. Çocuk. Mülteci (belki). Çocuk. Nereden zuhur etti bilinmez bir velet, yandaki çifte sokulup bir şeyler istemeye başladı. Ne çocuk ne istediğini biliyor, ne veren ne vereceğini anlıyor, gibi bir görüntü. Ama mevzu belli. Dayanamayıp ellerindeki leblebi paketini veriyorlar çocuğa. Onun bu başarısını gören iki velet daha peyda oluyor ve leblebi paketini kapan çocuktan onu almaya çalışıyorlar. Fakat hikayenin bu kısmı beni çok çarpmadı. Neticede güçlü güçsüzü eziyor. 'İlkel çağ'lardan beri bu böyle. İnsan nefsi, on binlerce yıldır bu kabalığı törpüleyemedi. Beni esas çarpan, leblebiyi alan çocuğun mücadelesi. Pes etmedi, direndi. Birini itti, diğerine bağırdı. 'Alın teri'ni muhafaza edip tehlikeyi savuşturduktan sonra yerini sağlamlaştırdığına kani olup emin adımlarla ilerlemeye başlayan çocuk, bu defa kendi elleriyle ikram etti diğer ikisine. Sıcak ve