Sadece 'fizikî' değil, 'sosyal depremler'in travmalarını da unutmadan...

Eve oldukça geç gelmiştim. Ertesi güne bırakamayacağım yazılarım vardı, okuyacaklarım vardı. Saat 04.00'e doğru yaklaşıyordu. Uykum da gelmişti.. Ama, 'imsak' vaktine erişsem de, bir ezan sesi duysam' diye kendimi zorluyordum; Yahyâ Kemâl'in, 100 yıl önce bu günlerde yayınlanmış olan 'Ezânsız Semtler' isimli yazısındaki deyişle, 'Ertesi sabah, bayram namazına gitmeye karar vermiştim, ama, frenk gecesinden Müslüman sabahına kalkılamaz korkusuyla, sabaha kadar uyumadım' şeklinde anlattığı gibi; uyuyacak olursam, güneş doğmadan önce uyanamayabilirim diye düşünüyordum. Ama, 'küçük ölüm' denilen uyku gelince ertelemek de zor oluyor.İşte o anlarda, ayağımın altında bir kayma oluyor gibi bir hisse kapıldım. 4'üncü katta oturuyorum, üst katlarda sarsıntı daha fazla oluyor. Ev beşik gibi sallanmaya, binanın iskeletinden hafif çatırdama sesleri gelmeye ve raflardan bazı kitaplar düşmeye başladı. Evet, deprem oluyordu da, şimdi ne yapabilirdim Deprem zamanlarında en zayıf yer kabul edilen merdiveni kullanamazdım. En iyisi, binaların çökme zamanlarında, hava alınabilecek boşlukların yine de köşelerde olduğu bilindiğine göre, ben de çalışma odamda, bir köşede bekleyebilirdim; teslimiyet dualarıyla öyle yaptım. 7-8 saniye kadar sonra o ürpertici sarsıntı ve sallanma geçti.. Ve 8-10 dakika kadar sonra da, depremin Düzce civarında ve, -depremin şiddetini ölçmekte uluslararası bir kıstas olarak kabul edilen- Richter Ölçeği'ne göre 6 şiddetinde olduğu ve Ankara-İstanbul, İzmir, Zonguldak ve Kütahya'ya kadar geniş bir alanı sarstığı açıklandı. Hamdolsun ki, can kaybı yaşanmadı. Şimdi, günlerdir kamuoyunda bu deprem tartışılıyor.Gözlerimin önünden de nice deprem sahneleri ve hâtıraları, bir film şeridi gibi geçti. Çocukluğumda, okuma-yazma bilmeyen ana ve teyzelerimizin tarlalarda çalışırken, 10 yıl öncelerde -1939'da 40 bine yakın insan kaybıyla sonuçlandığı söylenen- Erzincan Depremi'nin ağıtlarını, ağlayarak okudukları dönemi hatırlıyorum, henüz 5-6 yaşlarımdayken.. Erzincan değil, Ezirgan derlerdi.. Ve 'Ezirgan'ın dedikleri yerin neresi olduğunu da bilmezlerdi. Gazete- radyo diye bir şey yoktu köyümüzde, sadece 1-2 ailede gramofon vardı.. Halk ozanlarının gramofon plaklarına okudukları ağıtlar Samsun'un uzak orman köylerine kadar, öyle yansıyordu. O yıllarda, bizim oralar da sallanır ve insanlara, evlerde değil, meydanlarda, harman yerlerinde yatmaları söylenirmiş.. Deprem olurken Huseyn emmimin, meydana serdiği yatağında korkudan, başına yorgan çekişini, ilerdeki atlarından da tepinişlerini hayâl-meyâl hatırlıyorum.. Aradan yıllar geçti ve Mart-1970'de gece yarısına doğru, Kütahya- Gediz'de meydana gelen ve 5-6 saniye kadar süren ve de 4 bin kadar evin tamamen yıkıldığı ve bin kadar insanın hayatını kaybettiği deprem sırasında İstanbul'da, Hırka-i Şerif civarında idim. O gece, soğuk havada, halk olarak battaniyeye sarılıp dışarıya çıkmıştık.. Ve Mart-1977 başında bir gece, saat 20.00 civarında İstanbul çok şiddetli bir depremle daha sarsılmıştı. Ama, depremin asıl merkezinin Romanya'nın başkenti Bükreş olduğunu, -İstanbul'u o kadar şiddetle sarsan- o depremde, Bükreş'te küçük çaplı hasarlar meydana geldiğini, 23.00 haberlerinde öğreniyorduk. Ama, o haber ne kadar gerçektiErtesi sabah, bizdeki, o dönemin en ünlü ve hızlı Marxizan- Kemalist yazarları köşe yazılarında, o ilk haberlere göre, 'sosyalist- komünist rejimlerde, her konuda olduğu gibi, şehirleşmenin de ne kadar sağlam olduğunu', İstanbul'u ayağa kaldıran o şiddetli sarsıntının Bükreş'te hiç bir ciddî hasar meydana getirmediğini delil olarak göstererek, alel-acele makaleler kaleme almışlardı, gazetelerinde.. Ama, o yazıların okuyucuya ulaştığı saatlerde, o sırada ziyaretler için Afrika'da olan Romanya Devlet Başkanı Nikolay Çavuşesku'nun ziyaretini yarıda keserek, Romanya'ya dönmekte olduğu ve onun ülkesine dönmesinden sonra, akşama doğru ise, Bükreş'in korkunç şekilde yıkıldığı, 30 binden fazla insanın öldüğü veya yaralandığı bildiriliyordu. Tabiatiyle, bizdeki söz konusu marxist yazarlar ve etkiledikleri çevreler, ideolojik körlüklerinin karşılığında, çok gülünç duruma düşmüşlerdi. Ama, bunları söylerken, sadece karşı tarafın tutarsızlıklarını söylemek yanlış olur, noksan kalır ve kendi cenahımızda bu gibi felaketler karşısındaki ilk değerlendirmelerin halkın zihnine nasıl yansıtıldığını da görmemiz gerekir. Meselâ, bir örnek.. 17 Ağustos 1999 gecesi, Almanya'da, gecenin 03.00 civarında kuzeydeki Hamburg'dan 400 km. kadar güneydeki Köln'e geldim; hiç bir şeyden