İnsanı yoran adam

Giyotine giderken celladına dönüp, "Başımı gövdemden ayırdıktan sonra saçlarımdan tut ve onu şu kalabalığa göster" demişti Danton, "Bu baş buna değer!.." Descartes böylesi bir vasiyet verecek kadar şanslı değildi. Gerçi giyotinden değil, zatürreden gitmişti. Fakat öldükten sonra kafasına gelenler giyotinden daha beterdi. "Ölmek suretiyle vefat ettiği" İsveç'ten cesedini almak için arkadaşlarının gönderdiği tabut kısa geldiğinden kafasını kesip gövdesini Fransa'ya gönderdiler. (Fransa'nın İsveç büyükelçisi de fırsat bu fırsat diyerek filozofun sağ işaret parmağını kesip hatıra olarak almıştı.) Paris'te büyük bir törenle gövdesi gömüldü. Belirli bir süre sonra da bir kara subayı, kafasını bulunduğu yerden aldı. Tam 150 yıl boyunca Descartes'in kafası İsveçli koleksiyoncular arasında dolaştıktan sonra Paris'teki müzeye ulaştı. Bizim Mimar Sinan'ımız Descartes kadar bile şanslı değildi. Etnik kimliğini saptamak için 1935'te kafası mezarından çıkartıldı, sonra da kaybedildi. Halen de bulunabilmiş değil. Çok kıymetli bir kafaya sahip olmayı herkes ister. Lakin "Emrihak vâki olursa" da herkes tek parça ölmek ister. Kafanın gövdeden ayrılmasından daha beteri, kafayla gövdenin ayrı yerlerde bulunmasıdır. Bundan daha beteri de Mimar Sinan örneğinde olduğu gibi kafanın kayıp olmasıdır. En beteri de yaşarken kafayı kaybettiğinin farkında olmamaktır. Halk arasında buna "Kafa gidik" denir. "Kafasını Kaybeden Adam" romanımda "Beyin böncüklemesi" tesmiye ettiğim hâl de "kafa gidik" olmaktan daha iyidir. En azından fellik fellik kafa aramayı gerektirir. Maazallah "kafa gidik" oldu mu neyi kaybettiğini de bilemezsin. Kaybettiğini