Yanan soba bu kış memleketinde hayat demekti, huzur demekti...

Nereden aklına geldiyse; "Kafam ceviz kadar ama içinde sandıklara sığmayacak düşüncelerim var" dedi... O, Ezân-ı Muhammediyi okuduktan sonra insan kafasını uzatıp pencereden bir baksaydı, dışarıda kimsecikleri göremezdi. Çünkü namazını vaktinde kılmak herkesin esas meselesi hâline gelmişti. Namaza mâni bir rahatsızlığı olmayanlardan, sırf keyfi istemediği için kılmayanlar pek azalmıştı. "Elhamdülillah" diye iç geçiren Lütfü Hoca; gözlerini yerden kaldırıp uzaklara baktı. Sanki ulaşamayacağı Kaf Dağı'nı arıyordu hasretle. "Birinci bahara yaralarıyla çıkarken, ikinci bahara hangi dert onu takip ediyordu acaba" düşüncesinden kendini söküp alamıyordu. Dünkü yaşadıklarından evde hiç bahsetmedi. Her şey yolundaymış gibi sabah namazına gitti. Namazdan sonra cemaate durumu anlatıp haklarını helâl etmelerini istedi. Zaten Etem Ağa da atları hazırlamıştı. "Hocam kahvaltını yap, ben kapıdayım..." dedi, evine gitti. Nereden aklına geldiyse; "Kafam ceviz kadar ama içinde sandıklara sığmayacak düşüncelerim var" dedi, hanesinden içeri girerken. Her zaman olduğu gibi gülen yüzüyle Hayriye Hanım karşıladı. Bahar olsa da soba yanıyordu. Kesif bir çıra karışımı çam kokusu odayı dolduruvermişti. Her ne hikmetse yanan soba bu kış memleketinde hayat demekti, huzur, neşe, yaşama sevinci demekti. İnsanın kanı kaynıyordu, sobanın üzerindeki güğümler fokurdadıkça. Erzurum'a gideceğini söyleyince Hayriye Hanım bir irkildi sormayın: - Allah Allah! Hayırdır bey! O da nereden çıktı - Ya nasıl desem Bir iki gündür idrarda zorluk çekiyorum. Yol arkadaşlarım da fark etmişler. Bir doktora görünmenin ne zararı var Hem çocukların işlikleri de iyice yırtılmıştı. Bir iki pırtı-mırtı da alırım. Senin entarin de iyice eskimiş. - İş mühim olmasaydı gitmezdin! - !!! Hanımefendisi hüzünlenmesin diye lâtifeyle; - Ceviz sandığında ne gibi mücevherat saklıyorsun