"Sen beni, kırıklarını tamir için mi çağırdın oğul!."

"Senin atın, sahibini güldüren cinsten oğul. Dün neler yaşadın ki durmadan beni meşgul ettin" Daha sözümü bitirmemiştim, ata atladığı gibi bana da "bin" diye işaret ettiler. Hemen Dorutay'a atladım. Hafif dokunmuştum ki yine aynı hızla Baba hazretlerinin yanından fırladı, geçti. Peşim sıra: "Oğul yavaş diyorum!" buyurunca, atı durdurmaya çalıştım ama nafile. Yol istiyordu durmadan. Tam rampaya tırmanıyorduk, bu esnada yine kolon gümledi. Dorutay yine olduğu gibi çakılıp kaldı. Düşmekten kıl payı kurtarmıştım. Öyle aheste aheste gelen Baba hazretleri yanıma yaklaşınca: - Yine mi Hacı Hafız Lütfü Hoca - Evet Baba hazretleri! Zapt edemiyorum! - Tabii ki alıştırırsın hayvanı, o da dayak yemeden yol almak ister. Hayvan diye ferasetini yabana atma oğul. Deyip kırılan kolonu yeniden tamir etti. Tabii latife olsun diye de; - Oğul Hacı Hocam! Sen beni, kırıklarını tamir için mi çağırdın - Estağfirullah Kurban! Ellerinden öperim! - Yok yok! Bayağı ihtiyacın varmış! Hani bir söz var ya: Üzengisiz yürüyen at, Çağırmadan kalkan avrat, Buyurmadan tutan evlat, Elbet, ne devlet ne devlet. Gerek kalmaz düğünlere, Artık gir oyna, çık oyna Sahibini teperse at, Anlamazsa sözden evlat, Bir de kötü ise avrat, Zehir olur artık hayat. Durma "yas" tut, kara bağla, Artık gir ağla, çık ağla - Senin atın, sahibini güldüren cinsten oğul. Dün neler yaşadın ki durmadan beni meşgul ettin - Dün de büyük bir facianın önünden döndüm efendim Deyip hadiseyi olduğu gibi anlattım. Çok manidar tebessüm ederek buyurdular ki: - Oğul! Hacı Hafız Hoca; unutmayan unutulmaz, yanan kavuşur, teslim olan teslim alır, can-ı gönülden isteyen muradına erer. Postunu yere seren, Malını hayra veren, Büyük bir zatı gören, Mahrum kalmaz demişler. Nefsinden yana çıkma, Hiç kimseye hor bakma, Kalb kırma, gönül yıkma, Eden bulur demişler. Yaşken eğilir