"Bırak efendimi-mefendimi de çabuk dediklerimi yap!.."

"Hiç masum havalarına bürünme! Utanmıyor musun kaç gündür otel köşelerinde sondayla dolaşıyorsun! Allahtan kork!" "Herhâlde bu gidişte imamlık da yapamam" diye düşünürken, "Buraya kadar! Yaraların öldüremediği Lütfü Hocayı bu dert ahirete götürecek galiba" demeye başladım. Köyden ayrıldığımdaki o son kare, bütün canlılığıyla gözümün önünden hiç gitmiyordu. Zavallılar ne yapacaktı Bir haftaya yakın böyle hastane otel arasında mekik dokudum. Bir gün yine hastaneye gitmek niyetiyle otelden çıktım, Mahlebaşı'na doğru yürüdüm. Gözlerimi yine uzaklara diktim. Bu sefer tam tekmil susmuştum. Rüzgâr dinmiş, güneş de epey yükselmişti. Yakınından geçtiğim cami-i şerifin açık penceresinden yanık, ağlamaklı bir sesle okunan Kur'ân-ı kerîm yüreğimi hoplattırıverdi. Elimde olmadan "zınk" diye durdum, gözlerim dolmuştu. Kur'ân-ı kerîmi böyle tecvid kaidelerine münasip okuyanları görünce hep ağlarım, bu elimde değildi. Evime, cemaatime hasrettim ve bu idrar yolu kapanıklığının nasıl hallolunacağına dair hiçbir şey bilmiyordum. Anlayacağınız önüm zifirî karanlıktı. Çok üzgündüm çok! Hasretten mi, yoksa kulaklarıma gelen bu yanık sesten mi ne kalbim küt küt atmaya başladı! Ayakta dinledim; "sadakallahülazim" diyene kadar. İçimdekilerle beraber ruhumu alıp başka diyarlara götüren Kur'ân-ı kerîm, âdeta beni eritiyordu. Sabit bir kaya gibi ses çıkarmadan dinlerken, içeriden nur yüzlü bir zat-ı muhterem çıktı. Sanki kırk senelik ahbap gibi tebessüm ederek bana laf atmaya başladı: - Kusura bakma! Bir de "hocayım" diye geçiniyorsun, ayıp ayıp deyince, bu sefer de kelimelerin tesirinden sarsıldım elimde olmadan. Gayr-i ihtiyari geri döndüm, boynumu büktüm bir suçlu edasıyla. - Hiç masum havalarına bürünme! Utanmıyor musun kaç gündür otel köşelerinde sondayla dolaşıyorsun! Allahtan kork! - !!! - Sakalın da var! Bari ondan utan! - !!! - Bir de hafızmışsın! Bak