Meçhul birinden gelen mektup şöyle devam ediyordu:
"Çünkü her zaman yaptığın gibi bilgisayarın altını üstüne getirip çökerttikten sonra monitörün önünde ağladığında, onu tekrar düzeltebilmem için ellerime ihtiyacım var."
Merakım daha da arttı.
"Anahtarları her zaman evde unuttuğunu bildiğimden, senden önce eve varabilmek için koşmam lazım geldiğinde bacaklarıma ihtiyacım var."
"Evde oturmayı sevdiğinden, içe kapanıklığını dağıtmak, can sıkıntını hafifletmek üzere sana şakalar yapabilmem, hikâyeler, fıkralar anlatabilmem, yeri geldiğinde duâ edebilmem için ağzıma ihtiyacım var."
"Arabayı kullanmayı çok sevdiğin hâlde şehirde hep yolu kaybettiğinden, yolu gösterebilmem için, sabahtan akşama kadar bilgisayara bakmaktan gözlerinin bozulması kaçınılmaz olduğundan, ihtiyarladığımızda tırnaklarını kesebilmem, saçlarında görülmesini istemediğin beyaz telleri ayıklayabilmem, merdivenlerden aşağı inerken elini tutabilmem, çiçeklerin renginin, gençliğinde senin yüzünün rengi gibi olduğunu söyleyebilmem için gözlerime ihtiyacım var..."
"Ama seni benden daha fazla seven biri varsa, evet o uçuruma gidip o çiçeği senin için koparırım bir tanem." Baktım, mektuptaki yazının mürekkepleri yer yer dağılıyordu.
Belli ki ağlayarak yazmıştı ve beni de ağlattı. Gözyaşlarım "şıp şıp" damlıyordu yazıların üstüne. Son paragrafta ise şunlar yazılıydı: "Mektubu okuduysan ve kalbin ikna olduysa lütfen kapıyı aç canım. Çok sevdiğin susamlı ekmek ve taze sütle dışarıda bekliyorum..." Koşarak kapıyı açtım. Endişeli bir yüzle ve ellerinde sıkıca tuttuğu susamlı ekmek ve sütle kapının önündeydi.
Artık çok iyi biliyordum: Beni ondan daha çok kimse sevemezdi. O çiçeği uçurumun kenarında bırakmaya bütün kalbimle karar verdim.
İşte bu hakiki aşktı.
İlk yıllarda görmeye alıştığımız aşk heyecanın, seneler sonra kaybolup gittiğini sandığımızda bile huzur ve durgunluk içinde de hep var olmaya devam ettiğini göremeyebiliyoruz.