Türklerin inanç tekâmülü

Türklerin İslâmiyetle tanıştıktan sonra bir başkalaşım geçirdikleri ayniyle vâkîdir. Yâni Türkler Müslüman olduktan sonra yeni bir kültür ve medeniyet dâiresine girmişlerdir. İslâmiyet, kurduğu yeni beşerî sistemin yüksek seviyeli kültüre dayalı medeniyetinde köleleri başkomutan yapan, siyah ve Habeşî Bilâl'i Kâbe'nin damında ezan okumaya yücelten bir sistemdi. Türkler İslamiyeti dünyevî nîmetler için seçmemiştir. İlk insan risâletle görevlendirilmiş, hakîkatle donatılmış, medeniyetle süslenmiş ve tevhîd ile kemâle ermiştir. İlk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem, insan için gerekli olan dil, muâşeret, âdâp gibi meziyetlerle ve ekip-biçme gibi zenââtlerle süslendi. Asla ilkel değildi. İnsana lâzım olan dünyevî ve uhrevî bilgiler kendisine verildi. Ümmetinden kırk bin kişiye muallim ve mürebbî (öğretmen ve eğitmen) oldu. Ne yaprak takındı, ne cilâlı ne de yontma taş saçmalıklarına muhâtap oldu. Tebliğin ulaşmadığı, nübüvvet ve risâletin bildirilemediği yerlerde insanlar tecrübe ve zekâlarıyla dînî ve sosyal hayâtı kendi akıllarına göre tanzîm ettiler. Vahye tâbî olmayan behîmî veyâ sakîm (hayvânî ve kalitesiz) akıl, insanları sürekli başkalaştırdı. Başkalaşım, aslında evvelâ soyutlanmak, sonra tekrar yapılanmaktır. Asıllarını koruyan varlıkların başkalaşımı değişim ve yenilenme, asıllarını ve köklerini kaybeden varlıkların başkalaşımı ise dejenerasyondur. Genelde yeni bir dînin kabûlü toplumları çok etkiler. Evrensel dinler toplum yapısını yeni bir kültür halkası ile ihâta eder. Dînî kültür yeni bir medeniyet halkasının da meydana gelmesini sağlar. Semâvî dinler evrenseldir ama bir milyardan fazla taraftarı bulunan Budizm, Hinduizm ve Asyâî diğer dinler evrensel değil mahallîdir (yerel). Bunların sâlikleri dinlerinin kültür ve davranışlarını etkilemediği için bir başkalaşım geçirmemişlerdir. Sâdece yaşayışlarına basit dînî formasyonlar eklenmiştir. Şamanizm bir din olmayıp törenler ve gösteriler yelpâzesi formuyla semâvî dinlerle tanışmamış bütün ilkel toplulukların ortak inancı gibidir; bir nevi ispitüalizm ve folklor görünümündedir. Bu cümleden olarak Türklerin İslâmiyetle tanıştıktan sonra bir başkalaşım geçirdikleri ayniyle vâkîdir (tamâmiyle gerçektir). Yâni Türkler Müslüman olduktan sonra yeni bir kültür ve medeniyet dâiresine girmişlerdir. Aslında Türkler Müslüman olurken yalnız kendi berâberliklerini değil, dünyâ bütünlüğünü de kabûl ediyorlardı. Sonradan gelişecek olan "i'lâ-yı kelimetullâh" (Yüce Allâhın ve Resûlü Hazret-i Muhammed'in varlığını ve şânını dünyâya yaymak) heyecânı onları istîlâcı değil mübeşşir (müjdeci) fâtihleri yapıyordu. Efendimiz, sağlığında Araplar için çok önemli olan ırkî yâni kana bağlı yakınlığı yıkarak din kardeşliğini ikâme etmişti. Fakat bunun tam meyveleri "Dört Büyük Hâlife" ile kemâl noktasına ulaştı. Eski Türklerde de kan kardeşliği önemli bir yakınlıktı. Eski Moğollarda da rûhî âyinlerde kanlar akıtılır ve hattâ bunu içerlerdi. İslâmiyetle birlikte bu âdetler kaldırıldı ve kan haram kılındı. Tevhîd ve çok tanrıcılık veyâ fetişizm "Yedinci asrın başlarında (610) sahte tanrıları mağlup edip kayserlerin tahtına çıkmış olan Hristiyanlık, Şark ve Garb'a hükmederek Sûriye'ye, Mısır'a, Habeşistan'a hâkim olduğu, Yemen'de birçok sâlikleri bulunduğu ve bedevî kabîlelerden bir haylisine nüfûz ettiği sırada Arabistan'ın en ücrâ yerinde birdenbire zuhûr eden bir zât, Allâh'ın birliğini îlân etmek, putperestlikle hurâfâtı ortadan kaldırmak, İbrâhim ve İsmâîl'in dînini safvet-i asliyesine ircâ etmek, (döndürmek) ve yeryüzündeki bütün insanlarla bütün dinleri tek bir şerîat altında birleştirmek üzere, Allâh'ın gönderdiği peygamber olduğunu vatandaşlarına tebliğ etmek şecâatini gösterdi." (Henri Delaport, Vie de Mahomet Medhal, 1874, Paris ) Delâport, Hazret-i Peygamber'in yaptığını bir "kahramanlık" gibi gösteriyor ama risâlet ve nübüvvet, bir vahyin tebliği emri gelince, onu insanlara açıklamakla görevlendirilmek demektir. Nitekim Nahl Sûresi 125. âyetin meâlinde "Rabbinin yolunu insanlara hikmetle ve güzel nasîhatle dâvette bulun" buyurulmuştur. Yine bir diğer tebliğ emri de Şûrâ Sûresi 15. ayettedir: "İnsanları işte bu tevhîde dâvet et ve emrolunduğun vechile istikâmette bulun." İslâmiyet cihanşümûl bir din kardeşliği doğurmuş ve değişik ırktan insanlar şu âyetle birbirlerinin en yakın akrabâsı, kardeşi olmuştur: Hucûrât Sûresi 10. âyette bu müthiş gerçek meâlen şöyle belirtilir: "Mü'minler ancak kardeştirler." İşte büyük başkalaşım, işte büyük değişim. Ne kabîle ne boy, ne asâlet Hepsi yerle bir. İslâm kardeşliği baş tacı Yüce Peygamberimiz bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuştur: "Ey nas, sizin Rabbiniz birdir. Haberiniz olsun ki, hiçbir Arab'ın gayr-ı Arab üzerine ve hiçbir gayr-ı Arab'ın da Arab üzerine, hiçbir siyâhın kumral üzerine ve hiçbir kumralın da siyah üzerine fazl ü rüchânı (üstünlüğü) yoktur; meğer ki takvâ ile ola. Şüphesiz ki indillâh (Allâh katında) en kerîminiz, en çok müttekî (haramlardan sakınan) olanınızdır." Bundan âlâ insan hakları beyannâmesi olabilir mi İslâmiyet bütün insanlığı, bütün kuralları değiştirmiş, başkalaştırmış ve yeniden şekil vermiştir. İslâmiyet, kurduğu yeni beşerî sistemin yüksek seviyeli kültüre dayalı medeniyetinde köleleri başkomutan yapan, siyah ve Habeşî Bilâl'i Kâbe'nin damında ezan okumaya yücelten bir sistemdi. Mekke'nin asâletmeâb müşrikleri hakîr ve zelîl olmuş, beşeriyet saf ve aslî fıtratına dönmüştür. Buna rağmen asrımızda hâlâ izleri tam silinmeyen siyâhî ırk aşağılayıcılığı Batı'nın yüz karası olmaya devâm ettiği için, bu Batı Medeniyet'i denen insanlık ayıbı hâlâ câhiliye devrini yaşamaya devâm ediyor. Garip olan taraf şudur ki, hem ABD'de hem de Afrika'da beyazların kiliselerine almadıkları zencileri hakîr görmeyi sürdürmelerine rağmen, İslâmiyetin engin hoşgörüsüne sığınmayıp, Hristiyan dîninde kalmaları aklın alacağı bir şey değildir. Bu düpedüz cellâdına âşık olmaktır. Şurası bir gerçektir ki İslâmiyeti kabûl eden Hristiyan ve Budist milletler olmuştur ama hiçbir Müslüman millet sonradan Hristiyan ve Budist olmamıştır. İSLÂM ÖNCESİ ÖRFLER NE OLDU İslâmiyet i'tikâda ve ibâdâta âit olmayan eski kültür ve âdetlerden kalan kültür izlerinin bir kısmını inkâr etmemiş ve onları âdette bid'at olarak kabûl edip serbest bırakmıştır. Genel olarak dünyâda birtakım kültür dâireleri meydana gelmiştir: 1- Pastoral veyâ göçebe kültür dâiresi, 2- Cinoid (Çin kültür dâiresi), 3- İndoide (Hind kültür dâiresi), 4- Occidentalide (Garp kültür dâiresi) 5- İslâmoide (İslâm kültür dâiresi). Bu kültür dâireleri yeni medeniyetlerin teşekkülünde de mühim bir rol oynamıştır. Bunun içinde Arap kültür dâiresi ve Kuzey Afrika kültür dâiresi meydana geldiği gibi, ayrıca da Türk kültür dâiresi de meydana gelmiştir. Bu kültür dâirelerinde dinlerin yaşayış ve yaptırımlarında da farklılıklar görülmüştür Eskiden Müslüman olmayan Türkler, İslâm ordularını def'alarca yendiler. Araplar Ermenistan ve Gürcistan'ı zapt ettikleri hâlde Hazar Türkleri karşısında durmak zorunda kaldılar. Hazret-i Osman devrinde Horasan Vâlisi Mühelleb ibn Ebî Sufrâ Orta Asya Türklerine en az beş def'a mağlup olmuştur. Kuteybe b. Müslim Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasında, Buhârâ, Hokand vs. yerlerde Îranlılardan da yardım almasına rağmen Türklere yine mağlup olmuştur. Bu arada Kuteybe'den haber alamayan Müslümanlar, Cum'a günü hutbelerde Kuteybe için du'alar edilmiş ve Kur'ân-ı kerîm tilâvetleri yapılmıştır. Taberî, Kültigin ismini zikretmemekle berâber Horasan Vâlisi Cündüb ibn Abdurrahmân, cereyân eden vak'yı şöyle anlatır. "Sevre katında 20.000 er vardı. Çok Müslümân şehîd oldu. Hattâ Hazret-i Sevre de şehîd oldu Hulâsâ 20.000 erden biri dahî sağ çıkmadı." (radıyallâhü teâlâ anhüm ecma'în) (İntroduction a l'Histoire de l'Asie 1896 paris s.135) (Türk Irkı Niçin Müslüman oldu İsmâîl Hâmî Dânişmend Burak 1994, İstanbul, ss. 53-56) Meselâ Leon Cahun Türk Târihi'nde şöyle der: "Hakîkat şudur ki Araplar silahları ellerinde olarak Türklerle başa çıkamamışlardır. Arab'ın Türklere karşı yegâne müessir silâhı siyâsetle belâgatten ibâret olduğu anlaşılır. Türkler Îran ve diğer kavimler gibi fütûhât ve silâh zoruyla îslâmiyeti kabûl etmemişlerdir. İslâm'ın büyük müdâfîleri ve üç büyük Müslüman milletin biri olan bu adamlar mağlûb edilmek sûretiyle ihtida etmiş (hidâyete erip Müslüman olma) değillerdir." (Jean Paul Roux, La Turquie, s. 69, 1953 Paris. Age Türk Irkı, s.58) Buradaki bilgilerden maksat eski Türklerin İslâm ordularına karşı kazandıkları savaşlar değildir. Tabîî ki İslâm'ın hattâ Eshâb-ı kirâmın uğradığı her yenilgi bugün dahî içimizi sızlatmakta ve Müslüman olmayan Türklerin kazandıkları zaferler bize derin bir hüzün vermektedir. Şunu kabûl edelim ki, sonradan bu dînin en büyük hâdimi ve müdâfii (hizmetçisi ve koruyucusu) olacak bu milletin İslâm'a karşı bu kadar direnmeleri aslâ dîni değil, toprak ve vatan savunmasıdır. Tabîî ki İslâm orduları tebliğ ve cihâd rûhuyla ülkelerin fethine uğraşırlarken bu kadar geniş bir coğrafyayı ve bu kadar büyük