Değiştiler ve değiştirdiler

Şanlı mâzîyi, bizi geri bıraktı diyerek suçlarlar ama hâlâ o ecdâdın bıraktığı kutsal vatan topraklarında barınır, o hârika mîmârinin ve Sinân'ın övgüsünü yaparlar ve yok saydıkları türbelerin mânevî ikliminde gezerler Silüetinden câmî ve minâreleri çıkarın, servilerin bekçilik yaptıkları ata mezarlarını görmeyin, İstanbul'u tanıyamazsınız. Geriye Bizans kalır! Redd-i mîrâs eyleyen 15 milyon genç, kendi kendine yetişen bir nesil değildir. İnsanlar millî, mânevî ve ahlâkî değerleri sâdece ana-babadan ve çevreden almaz. Yıllarca imbikten geçerek dedelerde biriken özellikler, en son babadan oğula geçer. Bu yüzden ecdat evlât için, bâzen "atalar mîrâsı", bâzen "haramzâde", "süzme bal", bâzen de "yüz karası" demişlerdir. Anne ve baba eğitimin aslında son halkalarıdır. Onlar sistemleşmiş terbiyenin son mürebbîleridir. Eğitim uzun süren bir metot işidir; birden programlanmaz. Eğitim genetik formasyonun uzantısıdır. Bu yüzden genetik formasyonun son halkası babadır ve oğula aktarım genelde babadan geçer. Bu yüzden sevgili peygamberimiz "El veledü sırrı ebîhi" buyurmuş yâni evlât babanın sırrı, şifresi, genetik yansımasıdır. Tabîî ki bu yansıma zincirinde dedeleri unutamayız. Bir atasözümüzde de "Dedenin yediği koruk torunun dişini kamaştırır" denilmiştir. Ne kadar muhteşem bir söz! Veyâ "Gürg zâde âkıbet gürg şeved". Yâni kurt yavrusu sonunda yine kurt olur. Peki, zâlimden âlim, âlimden zâlim doğmaz mı Tabîî ki bu da mümkün. Dînimiz hiç kimseyi baştan kriminolojik bir yaftayla yargılamaz. Yâni baştan hiç kimseye suçlu bakmaz. Nitekim Mecelle'de "Berâet-i zimmet asıldır" der. (Mecelle, s.23 mad. 8. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Dersaâdet, 1322 (1906) İstanbul) Nice bataklıkta nice güller yetişmiştir. Bu biraz da hidâyet mes'elesidir. Hidâyet Rabbimizin bir ihsânıdır, ama bu hidâyeti de şiddetle arzû etmek gerekir. Zîrâ İnsân sûresi 3. âyette meâlen şöyle buyurulmuştur: "Biz ona doğru yolu gösterdik. İsterse bu yolda sâbit olup şükreder; isterse nankör olup küfrü seçer." BİR NESLİ DEĞİŞTİRDİLER Bizim atalarımız asırlarca şükrün ve hidâyetin bereketiyle yaşadılar. Sonra bu ataların çocuklarına bir şeyler oldu; evvelâ kendileri değiştiler sonra da bir nesli değiştirdiler Hayrü'l-halefleri (hayırlı evlâtlar) nasıl inançsızlık batağına çektiler. Onuncu Yıl Marşı'nda "On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan" ifadesi yer alır. Bu hiç de rastgele söylenmiş bir söz değildir. Bu şiir, 29 Ekim 1923'te kurulan Cumhûriyetin 10. yıl kutlamaları için yapılan yarışmalarda seçilen Behçet Kemal Çağlar ve Fâruk Nâfiz'in şiiridir. Cemal Reşid Rey tarafından bestelenmiştir. Son zamanlarda Kenan Doğulu tarafından yeniden uyarlanmış ve lâik bir oratoryo gibi benimsenip belli bir zümrenin mest olduğu Sapho'nun lyrinden çıkan nâmeler gibi âdetâ kutsal kabûl edilmiştir. YENİ HAYAT İşte redd-i mîrâs eyleyen 15 milyon gencin türevleri. Bu nesil aslâ hüdâyî nâbit (kendi kendine yetişen) bir nesil değildir. İşte bu değişimin şifrelerinden örnekler: Bir dönemin Millî Eğitim Bakanlarından, eğitimci, yazar ve önemlisi de "devrimci" etiketli Hasan Âlî Yücel'in bir şiirinden alıntı: "Biz Hakk'a âşıkız dileğimiz hakk Doyurmaz ahrette saâdet ummak Dileriz dünyâda kurulsun uçmak (cennet) Bu yolun ümmetsiz peygamberiyiz." (Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyâtı, M. Behcet Yazar, Kanâat Kitabevi, s. 191, İst. 1938) Hasan Âlî, Yahyâ Kemal hakkında da şöyle der: "Gazel yazmakta eski üstatlardan daha mükemmel olsa da o form içinde kalmakta devâm ederse çok yazık, Yahyâ Kemal ölecektir Artık Foto Magazin'de Mîrâbâd, Maksim Bar'da Şeyh Gâlib'e rastlamak gibi olmuyor mu Kıymetli ancak bir mezar taşı kitâbesinden başka bir âkıbeti olmayan bu eskilikten kalemini kurtarmasını dilerim." (Age, Edebiyatçılarımız, s.191) Hasan Âlî, Y. Kemal'in çok çabuk unutulacağını söylemiş ama Y. Kemal bugün de en popüler şâirlerimizden biridir. Adına enstitüler kurulmuş ve eserlerinin çoğu bestelenmiştir. Kaldı ki bu zihniyet Y. Kemal'i iyi değerlendirememenin yanlışını yaşamıştır. Y. Kemal divân edebiyâtını muazzam şiir kabiliyeti ile âdetâ güncellemiş, zamanın zevkine uydurmuş fakat dîvân geleneğinden de tâviz vermemiştir. Hasan Âlî, mezar taşı kitâbelerini de küçümsemektedir. Dünyânın hiçbir yerinde bulunmayan, çeşme, sebil, câmî, tekke, vakıf eserlerindeki kitâbeler bir devre ışık tutarken bir medeniyetin ufkunu aydınlatmışlardır. Câmî ve tekke girişlerinde hattatlar tarafından çekilen hatlar, İslâmî estetizmin şâheser örnekleridir. Ana giriş kapısına ustaca çekilen "Udhulûhâ bi selâmin âmin" âyet-i kerimesi bir cennet nümûnesi olan câmîlere insanları ne hoş dâvet eder. İnsafsızca kazınan bâzı tuğralar yine bir hânedânın kullandığı estetik imzâ olup dünyâda başka örneği de yoktur. Binlerce el yazması tahrîb edildi, yurt dışına kaçırıldı veyâ satıldı. Bu eserlerin bir kısmı Avrupa ülkelerinin müzelerini süslemeye devâm ediyor. Fakat acı olan şu ki elde kalan el yazmalarını okuyanların sayısı da bir elin parmakları kadar azaldı. Müşterisiz metâ hâline getirildi. Bu kültür ve edebiyât hazîneleri târihe gömüldü. Bu arada kısmen korunan mezar taşları; sarığı, fesi ve yaşmağı ile birbirine yaslanmış, o şerefli mâziyi yaşamış olmaktan da mutlu gibidirler. ŞİİRLERDEKİ MAZİ DÜŞMANLIĞI Bu devirlerin en popüler şâir ve yazarlarından biri de Behcet Kemal Çağlar'dır. Aşırı heyecan, aşırı mübâlağa, mâziye aşırı düşmanlık ve Yunan klasikleri hayranlığı onu değişik kalıplara sokmuştur. Şâir, san'atkâr için yazdığı şiirde şunları söyler: "Ulusa yeni vahiy dudağında her hece" (Age. Edebiyatçılar s.79) Dinde îtikâdî ıstılahlar te'vîl edilemez. Edebiyatta kullanılan istiâre ve metaforlar inancın temeli olan bu konuya kapalıdır. Vahy, sâdece Allâhü teâlanın peygamberlere genelde Cebrâîl aleyhisselam vâsıtasıyla bildirdiği dînî esaslardır. İlhâmı, vahy ile karıştırmamak lâzım. Yine "İhtilâl" adlı şiirinde buhranlı bir ruh hâlini görürüz: "Huzûru kahpe gibi sürüsem saçlarından Refâhı yuvarlasam buhran yamaçlarından Bacayı minâreye çarpmayı istiyorum..Ne yatağımda kadın ne de ufkumda hilâlİhtilâl ah ihtilâl âh ihtilâl ihtilâl." Huzurlu ve demokrat bir insanın ihtilâl istemesi akıl almaz bir buhrandır. Zâten kendisi de refah ve huzur istemiyor. Endüstrileşmeyi dinin karşısında engel olarak gördüğü için, sanâyi'in sembolü bacayı, dînin sembolü minâreye çarpmak istiyor. Yine bir diğer şiirinde heyecânın üst seviyesinden feryâd eder: "Kaç yıldır Türkçeydi Tanrı'nın adıİnsana ne ilâh ne de sevgili Ne de ana baba aratıyorduHer an yaratıyor yaratıyordu." Ve bir ölüm ardından söylediklerine bakınız: "Dereler denizler çağlar ağlayıp Rabb'im de gözyaşı dökmezse ayıp" Yine ünlü şâir Fâruk Nâfiz'in mısrâlarına bir göz atalım: "Ey ilâhın yüce dâvetlisi göklerden eğil Göreceksin duruyor kalbimiz üstünde putun." "Sen şimdi göklerde mukaddes ateş oldun Göklerde Zafer Tanrısına yerde eş oldun." Garip Mustafa (Yusuf Mardin) Veyâ Şükrü Kurgan'ın şu sözleri nedir: "Tanrı kıskandı seni kendisinden ışık diye Bunak din büyükleri nerde mahşeriniz." İbrâhim Alaattin Gövsa'nın edebiyat hakkındaki mülâhazaları da tenkîde açıktır: "Kanaatimce bizim müdevven (derlenmiş yazılmış) olmayan edebî eserlerimiz arasında hakîkaten şiir ve edebiyat değeri yüksek olanlar bir hayli azdır ve onların çoğu folklor noktasından tedîka faydalı olan şeylerdir. Kültürsüz adamlar tarafından yazılan şeylerin klasik değeri olamayacağından bunları liselerimizde uzun uzun tedrîse kalkmamız faydasız hattâ edebî zevk îtibâriyle zararlıdır. Nitekim, Çağatay, Âzerî vs. lehçelerdeki zayıf edebî eserlerin büyük bir kısmı da mekteplerde tedrîs edildiği zaman edebiyat hazzını azaltmaktan başka bir şeye yaramıyor." (İbrâhim Alaattin Gövsa, Age, Edebiyatçılarımız s. 206.) Özellikle Fuad Köprülü tarafından sistemli bir bilim