BAL TUTAN PARMAĞINI YALAR!

Tarihte her zaman her yerde muayyen bir mevkiye gelen kişilerden gayrimeşru bir şekilde servet sahibi olanlar çıkmıştır. Her ne kadar para ile imanın kimde olduğu bilinmez dense de bu servet meraklı gözlerden gizli kalamaz. Halkın, hicivci şairlerin ve tarihçilerin dillerine düşer. Şayet bu işe, büyüğünden küçüğüne, halk da iştirak etmişse, tabii bile karşılanır. "Bal tutan parmağını yalar" tabiriyle yürekler ferahlatılır. Bal tutup parmağını yalayanla, deveyi havuduyla yutan, kendilerini aynı gemide hisseder. Napoleon'un "Paris'te hâlâ namuslu insanlar var. Ama çok pahalı!" dediği rivayet edilir.İnsan ve ihsanOsmanlı hükûmeti, yüksek memurlara iyi para verirdi. Çoğu zaten o devrin düzeni itibarıyla ya iyi bir miras tevarüs etmiştir, ya da gelir getiren geniş arazilere sahiptir. Bu sebeple yolsuzluğa pek ihtiyaç duyulmaz. Kaldı ki kul sistemi icabı ölünce mirasları hazineye intikal eder, yani millete geri döner. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman'ın damadı Veziriazam Rüstem Paşa'nın dillere destan serveti, vefat ettiğinde hazineye dönmüştür. Eski devirde bir kişinin zenginliği, muhakkak halka sirayet ederdi.Zenginlerle fakirler aynı mahallerde otururdu. Rical konaklarında yüzlerce kişi yaşar, çalışır veya konağa mal satardı. Böylece servet, muntazam bir şekilde tekrar halka dağılırdı. Hemen her hükümdar gibi Sultan Hamid de insanları ihsanlarla kendine bağlamak siyaseti takip ederdi. Şahsi hazinesinden (devletin değil) herkese atiyeler verir, "el-insan abîdü'l-ihsan", yani insan ihsanın kulcağızıdır kaidesince, sadakatlerini satın aldığını düşünürdü. Bunun pek de doğru olmadığı sonra anlaşıldı. Nimet-i seniye ile perverde olmuş (beslenmiş) niceleri, Padişah'ın ikbal yıldızı sönünce, hıyanette de başı çektiler.Sadık burjuvalar1909'da Yıldız Sarayı yağma edildi. Ardından Sultan Hamid'in şahsi servetine el konuldu. Sıra vakıflara geldi. Pek çok vakıf eseri maliye hazinesine, oradan da şahsi mülke dönüştürüldü. 1912'de Ege ve Karadeniz Rumları'nın, 1915'te de Ermeni ve Süryaniler'in tehciriyle, geride kalan malları (emval-i metruke), İttihatçıların zenginleşmesinin en mühim kaynağı oldu. Harb esnasındaki yolsuzluklar ise, Müslüman halkın felaketini doğurdu. İttihatçılar, kendilerine sadık küçük bir kitleyi zengin edip hususi bir burjuvazi meydana getirmeye çalıştılar.İttihatçı erkandan Ali İhsan Sabis Paşa hatıralarında anlatıyor: "I. Dünya Harbi'ndeki idari yolsuzluklar bir zaman o dereceye varmıştı ki, nihayet Talat Paşa, harbin sonunda, İttihat ve Terakki'yi feshedeceği zaman, söylediği nutkunda şu hakikatleri itirafa mecbur kalmıştı: 'Beklendiğinden daha fazla devam eden harb, nakliye ve ticaret işlerinde ve ihtiyaç maddelerinin tevziinde yolsuzluklar meydana getirmiştir. Bugün bunları inkara imkân yoktur. Yolsuzlukları cezalandırmak hükûmetin elbette vazifesi idi. Bu vazife ifa edilmemiştir."Vagon ticaretiHarb esnasında halk süpürge tohumundan ekmek yerken, İttihatçılar ve sempatizanları, vagon ticareti ve karaborsacılık sayesinde zengin oldu. Herkesin bulamadığı bulgura Enver Paşa pirinci dendi. Harb esnasında tren vagonları, asker ve cephane nakliyatına tahsis edilmişti. Almanya'nın verdiği vagonlara rağmen, gıda maddelerinin nakline yetmiyordu. Bu da pahalılık ve kıtlığa yol açtı. Haftada 2-3 vagon ancak tahsis edilebiliyordu. Bu vagonlar da rejime sadık kişilere peşkeş çekiliyor; bu sayede binlerce liralık kazanç elde ediyorlardı. Bunlar içinde fırka ileri gelenleri, valiler, bürokratlar da vardı.Fışkıdaki arpaOrdunun levazım amiri Topal İsmail Hakkı Paşa ve iaşe nazırı Kara Kemal (Küçük Efendi), bu işlerin başındaki iki isimdi. İkisinin de yolsuzluğu ayyuka çıktığı hâlde, makamlarında tutulmuştur. "Büyük Efendi" Talat Paşa, bir yalan dolan mecmuası hüviyetindeki hatıratında bile bunu itiraf eder. Cephedeki asker, Nazım Hikmet'in tabiriyle "beygir fışkısından arpa ayıklarken", askeri beslemek ve donatmaktan mesul Topal İsmail, askere gidecek malzemeden vurgun vurup servetine servet katmakla meşguldü. İaşe müfettişi kimdi dersiniz Talat'ın bankeri Emanuel Karaso. Bu sayede o da zengin bir armatör olmuştur. Başlarda Ankara hareketinin en büyük destekçisi olan Kara Kemal, 1926'da Gazi'ye suikasttan asıldı. Topal İsmail ise, ömrünün sonunda, kaldığı otel odasına 200 lira borç takıp, Erenköy'deki teyzesinin kulübesine sığınarak burada sefalet içinde öldü. Cenazesini belediye kaldırdı.Türedi zenginRefik Halid der ki: "Sultan Hamid devrinde, kuşağında veya koynunda gizlice getirdiği bir miktar altın sermaye ile bir köylünün, birkaç sene zarfında, düğününe nazırlar gelecek kadar mevki, servet yapmış bir tüccar olması imkânsızdı. Yani şu harp yıllarındaki gibi çarçabuk milyoner ve nüfuz sahibi kesilmesi olacak şey değildi. Zira ticaret âlemi o devirde ananelere bağlı, zenginlik ise zamana muhtaçtı. Türedi iş adamı çok güç ve çok geç yetişirdi." Hükûmet buna neden göz yumuyordu Faşist ideolojilerde devlet, mukaddes; ferdler ise bu uğurda feda edilecek ehemmiyetsiz varlıklardır. İktidar partisi; devleti ve vatanı kendisiyle aynileştirmiştir. Halk bizi sevmez veya seçmez gibi bir endişeleri yoktur. Ordu ellerindedir. "Devlet, millet, vatan, ordu, din, ezan, bayrak, padişah..." dedikleri zaman kastettikleri kendileridir.Efendiler nereyeBöylece birkaç kişinin menfaati için binlerce kişi açlık ve sefalete gömüldü. İkdam gazetesi, harb esnasında "ihtikâr orağı 100 bin kişiyi biçmiştir" diye yazdı. O devri yaşamış muharrirler, bunların sosyal bünyede açtığı yaralara eserlerinde dikkat çeker. Refik Halid'in "Efendiler nereye" serlevhalı yazısı bir şaheserdir: "Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar... Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahtakuruları nereye" Hüseyin Rahmi, Evlere Şenlik kitabında da bunların dönüşünü hikâye eder: "Halkın parasını dolaba koyan çapulcu siyasiler! Bazılarınız milletin gözyaşı imbiğinden çektiğiniz servetlerle kasalarınız dolu, suratlarınız tertemiz, lordlar gibi menfaatlerinizden avdet ettiniz. Kanına ekmek doğradığınız Türklerin arasına yine katıştınız." Reşat Nuri'nin Gizli El romanı, İttihatçıların yolsuzluklarını ve millet cephede kırılırken yaşadığı sefihane eğlenceleri anlatır. İttihatçıların rehberi mesabesindeki Tevfik Fikret, sonra bu yüzden bunlardan yüz çevirmiş ve meşhur Hân-ı Yağma (Yağma Sofrası) şiirini yazmıştır: