Labirentindeki Meta-Dil

Michel Foucault 'Söylemin Düzeni'nin girişinde der: "Söze başlamaktansa, sözün beni sarıp sarmalamasını ve beni, her türlü olası başlangıcın çok ötelerine taşımasını isterdim. Konuşacağım sırada, kimliği bulunmayan bir sesin (abç) benden epey önce söze başlamış olduğunu fark edivermek ne hoş olurdu: o zaman sözcükleri bağlamak, cümleyi sürdürmek, kendisini, sanki bir an için, askıda tutarak bana işaret vermişçesine yarattığı boşlukların arasına, hiç kimsenin fazlaca dikkatini çekmeksizin yerleşivermek yeterdi bana. Böylece, başlangıç olmayacaktı (abç); ve söylemin kendisinden kaynaklandığı kişi (abç) olacak yerde, onun uzayıp gidişinin rastlantısallığında, zayıf bir boşluk, olası eriyişindeki bitiş noktası olacaktım."(1)'Söylemin Düzeni' kavramı aslında ve temelde 'Söylemin İktidarı' olarak da okunabilir; öyle okunmalıdır. Foucault, bu anlatıda, altını çizdiğim yerlerde kendini dışa vuran metne giriş kapılarında bu söyleme sinmiş iktidarı ifşa ediyor: a) kimliği bulunmayan bir ses, b) başlangıcın bulunmaması, ve c) söylemin kendinden kaynaklandığı kişi olmamak. Bu üç anahtar cümle, sırasıyla, a) konuşmanın, ya da düşünce üretmenin belirli bir kimliğin hegemonyasına ve sınırlayıcılığına bağlı olmamasına, o kimliğin sınırlayıcılığından mümkün olduğunca özerkleşerek nesnel gerçekliğe (nesnel gerçeklik dediğim kişinin bakışının egemenliğinin dışındaki gerçekliğe, çünkü nesnel gerçeklik sözü de artık sorunludur) yaklaşıp ondan pay almasına, ya da daha doğrusu, gerçekliğin kendini ifade etmesinin bir yolu olması gerektiğine işaret ediyor. b) Belirli bir kimliğin belirlediği belirli bir başlangıcın söylemin düzenini belirleyip sonunda onu başlangıçta bağımlı bir sona götürdüğünü, böylece 'içe kapalı', 'sınırlayıcı ve dışlayıcı' bir düzen oluşturduğunu ileri sürüyor. Ve üçüncüsü c) söylemin, ki Foucault bunu yıkıp savurmaya çalışır, kendinden, yani belirli, katılaşmış ve kendi düzenini inşa etmiş (işte yine 'yapmak' girdi araya) bir bireyin değil de, o bireyin de içinde kendini yaratılmış ve yapılmış bulduğu gerçekliğin, olan bitenin, dünyanın kendini göstermesinin aracılığını yapan bir 'ses'in uzantısı olmayı özlüyor. Söz, onu başlatan ve bitiren kişinin belirlediği o pek katı ve dışlayan ve elbette iktidar oluşturan söylemin dışına kaçabilsin, Gilles Deleuze'ün sözleriyle 'kaçış çizgileri' oluşturabilsin. Foucault'nun buradaki sözlerinin çok önemli olmasını sağlayan, 'iktidar'ın, 'dilsel bastırma'nın ta en başından Dili kullanan tarafından, bilmeyerek de olsa, kurulduğunu savlaması, hatta bunun Dili kullanmanın doğasında bulunduğunu ima etmesidir. Foucault, bunu gerçekten de müthiş bir algı inceliği ile ifade ederek, bizi Dili kullananları, kurduğumuz söyleme eleştirel yaklaşmaya hatta onu yıkmaya çağırıyor. Değil mi ki, bütün söylemler kendi sınırlı ve pek katı ufuklarını kurarak, diğer söylemlerle aralarındaki olası bağları, yani 'kaçış çizgileri'ni silerek, karşılıklı sızmayı, nüfuz etmeyi ve dolayısıyla söyleşiyi, ve elbette dolayısıyla 'düşünce üremesi'ni durdururlar. Yan yana ama asla birbirlerine