Kurgusal düşünce

I. Bundan tam 33 yıl önce, yani 1989'da, ki o zaman daha 24 yaşındaydım, çıkardığım ilk derginin, ki tabloid boy ve sadece dört sayfaydı, adı da Yeryüzü Düşleriydi, sanırım ikinci sayısında, ki sadece dört sayı çıkabilmişti, yayımlanan bir yazıyı şu sözlerle bitirmiştim: "Gerçeklik biziz!" Demek ki daha o zamanlarda gerçekliğin bizim algılayışımıza ve yorumlamamıza göre değiştiğini, eğer bakış açımızı, algılarımızı ve yorumlarımızı değiştirebilirsek gerçekliğin de değişebileceğini düşünüyordum. Bizden bağımsız bir gerçeklik yoktu! Bunu belki de o yılların dayatmacı koşullarında maruz kaldığımız dünyanın sınırlarını aşmak ve özgürleşmek için düşünmüştüm. Bize dayatılan bir gerçeklik vardı ve biz onun çıkışsız mahkumları gibiydik. Herkes bu dayatılmış gerçekliğin baskısı altındaydı. Belki ancak şiir yoluyla ulaşılabilecek bu düşünce şimdiki düşüncelerimin de kaynağıydı. Zira gerçekten de gerçeklik özneldir; nesnel gerçeklik varsa da bu belki bilimsel ve ölçülüp biçilebilir, kanıtlanabilir ve gösterilebilirdir ama yine de içi boştur zira gerçeklik bizim kendi deneyimlerimizle, onları yorumlayışımızla ve algılarımızın süzgecinden geçerek bize temas eder. İşte, işin püf noktası da burası: Yani temas. Yani duyularımız. Ve onların her birimizde bıraktığı farklı farklı etki ya da iz. Nesnel gerçeklikle hiçbir zaman nesnel bir ilişkiye giremeyiz. Aslında bu şu da demektir: Bütün gerçek özneldir. Nesnel en büyük baskı, şiddet, hegemonya ve acılar bile ne kadar nesnel olursa olsunlar bizde öznel bir etki yaparlar. Yoksa aynı nesnel koşullara maruz olanların aynı ya da benzer tepkileri vermeleri gerekirdi. Ama bilindiği gibi böyle olmuyor.Bu daha sonra bende yavaş yavaş nesnellik kavramından kuşku duymama yol açtı. Herkes için aynı oranda geçerli bir hakikatin olmayabileceği kuşkusunu yarattı. Eğer öyle olsaydı, yani herkes için geçerli bir ölçüt ve hiza oluşturacak mutlak bir hakikat olsaydı, ki oo zaman bu Tanrı olurdu, hayat bayram olurdu. Görecelik kalmazdı. Bir yerde geçerli olan başka bir yerde geçerli olmaktan çıkmazdı. Mutlak ve değişmez bir adalet olurdu. Ve dünya herkese nimetlerini eşit ölçüde dağıtırdı. Demek ki mutlak, verili ve bir yerlerde gizli olan ve bulunmayı bekleyen bir hakikat yok. Yani bizim dışımızda, nesnel olarak kanıtlanabilecek ve bizi kendine uymaya zorlayacak bir hakikat yok. Hakikat de kurgusaldır. Diğer her şey, yani gerçeklik, bilim, felsefe, tarih ve hatta hayatın kendisi gibi. Bu dünyadaki her şey kurgusaldır, en sonunda bir hikayedir. (Keşke şiir olabilseydi.) Hikâye değiştikçe hakikat de değişir. Şimdi yaşadığımız gerçeklik ve sahip olduğumuz hakikat bilinci artık iyice zıvanadan çıkmış ve insanları köleleştirmiş ve hatta robotlaştırmış olan kapitalizmin gerçeklik ve hakikat bilincidir. Öyleyse, yani her şeyin kurgusal olduğunu kabul edersek, kurguyu ve dolayısıyla hakikati dolayısıyla hikâyeyi ve en nihayet dolayısıyla dünyayı farklı kılabiliriz. En büyük işin hikâye yazmaktan da çok şiir olduğunu kabul edersek, ki öyledir, var olan hakikat kurgusunu bir darbede parçalayabilir ve onda gedikler açabiliriz. Bu yüzden edebiyat felsefeden üstün, şiir de her ikisinden üstündür. Şiir hakikat kurgusunun dinamiklerini parçalayarak hakikatin kendisinin görünür olmasını sağlar ve yeni bir kurgu oluşturur. Bu kurgu insanları, yani sadece şairleri değil herkesi yeni bir dünya umuduyla karşı karşıya bırakarak yeni bir dünya ve yeni bir gelecek ve yeni bir hakikat bilincinin oluşturulmasına cesaretlendirir. Bu hakikat-sonrası çağda şiir işte bu kurgusal hakikatin