2000'ler şiiri: DeneyDeneyim, Yenilik ve Fetişizm

Önce 1980'lerden başlayıp 1990'lara geçerek günümüze dek ülkemizin ve dünyanın "şartları"na bakmak gerek. Öyle ya, biz hepimiz, insanlar, içinde yaşadığımız toplumun "şartlarının" ürünüyüz. Ne yaparsak, yapıyorsak, yapacaksak bu "toplumsal" bağlam ve arka plan içinde kendi anlamını ve biraz da izahını bulur. Öyle ya da böyle, şiirin de "anlamlı bir varlık" olmasının koşulu ve gerek "şartı" içinde hayat bulduğu ülkenin ve dünyanın toplumsal koşullarıdır: Bunun içinde insana ve varoluşa dair her şey vardır. Bir esere anlam vermeye çalışırken, demek onun anlamınıvarlığınıbuutunu görünür kılmaya, onu "görmeye" çalışırken önce nerede, ne zaman, kim tarafından, hangi koşullar içinde varlık bulduğuna bakmamız gerek.Bu minval üzere:1980'ler karabasan yıllarıydı, bugünden bakınca ne kadar korkunç, boğucu, bunaltılı yıllar olduğu daha iyi anlaşılıyor. Toplum sersemlemişti, içe kapanmıştı ve medet arar haldeydi. Şiir ise, malum olduğu üzere, kendi asli varlığına döndüğünü ileri sürmesine karşın, kendi varlığına ve dünyaya kayıtsızdır o dönemde; inme inmiş birinin bacaklarını hissetmemesi gibi, o dönem şiiri de felçli, soluk tenli, sıska ve marazidir: En önemlisi de, hayat belirtisi yoktur. Tepki vermez. Ve dünya (en azından bizim için) kapanmıştır. Yereldir; yerli olmasından çok.1990'larla birlikte, 1980 ile aramıza 10 yıllık bir mesafe girmiştir. Bu bile, salt böyle olmakla, bizim daha ferahladığımız anlamına gelir; ama ne var ki bu arada dünya çapında bir kırılma yaşanır: Komünist Sovyet Rusya yıkılır; kapitalizme teslim olur ve dünya tek kutuplu bir dünya haline gelir. Tarihin sonu ilan edilir: Denir ki: Olup olacağımız budur; liberal kapitalizm insanın varıp varacağı en son ve müreffeh ve olabilecek en adil, olması gereken dünyadır. İlerlemenin son noktasıdır. (Bundan sonra ilerleme yok, coğrafi bir genişleme (postmodern durum) vardır: Kendin çal, kendi oyna dönemi.) 90'larda bunun sıkıntısı, en azından okuryazarlar arasında, çok yaşandı. Birden, halktan yana olanlar açığa düştü, bağlamsız kaldı ve ilerlemenin kustuğu safralar haline geldi. Toplumcu olmak, halkçı olmak kendiliğinden "gerici" olmak demekti artık.Şiirde ise, 80'lere karşı diklenmeler, az da olsa, bu dönemde görülmeye başladı. Yalınlaşma eğiliminin yanı sıra gerçek anlamda varoluşsal problemler, en azından kimi şairlerde, görüldü. 90'larda, postmodern durumun egemen olmasıyla birlikte, Varlık gerçek bir sorun olarak ortaya çıktı. (Postmodern durumun ideolojisi postmodernizme göre özne parçalanmıştır, varlık hayalî ve kurgusaldır, ütopya düşüncesi sona ermiş, ilerleme fikri iflas etmiştir: Özne artık Varlığın merkezinde değildir. Özne, kendi merkezide bile değildir ve gerçekliğinden kuşkuya düşmüştür. Bütün bunlar birer saptama olmakla kalmıyor, postmodernizmin zafer çığlıkları halinde her yandan bizi boğuyordu. Özne bir kurguysa, o zaman deneyimin sahiciliği ve biricikliği ortadan kalkar; öznenin sahici olması olanaksızlaşır. Yani deniyordu ki: Her şey her şeydir. İnsanın dışavurması imkânsızdır, çünkü dışavuracak bir şey yoktur artık. Ama tabii bunun tamamen bir safsata olduğu daha sonra ortaya çıktı. Böyle diyorlardı ama hâlâ çok acı çekiyor, sıkılıyor, bunalıyor, arıyor, hayal ediyor ve dönüştürmek istiyorduk: Böyle insanlar vardı.) Ya 2000'lerin başında, acayip, beklenmedik bir şey oldu. Hiç hesapta yoktu bu. İkiz Kuleler yıkıldı. Tek-kutuplu dünyanın tek-kutbu, hâkimi ABD'nin kudret simgeleri yerle bir oldu. Yıkılmaz görünen ABD'nin sarsılmaz imgesi sarsıldı. Zavallılaştı. Ve bu olayla birlikte, dünya yeniden, az da olsa, açıldı; genişledi, özgürlük hissi yeniden var oldu. Demek ki, tarihin sonu söylemleri safsatadan ibaretti. Değişim fikri yeniden canlandı, yeni bir iyimserlik içinde olan insan yeniden kendi varlığının dönüştürücü ve değiştirici gücüne inanmaya başladı.2001'in sonunda ülkemizde böyle bir ruh hali vardı. 80'lerden bu döneme kadar şiirimiz, genel hatlarıyla, çekingen ve savunmacıydı. O zamana gelene dek, şiirimizde 90'larla birlikte görülen en önemli ve sahici sorun, benim kanıma göre, Varoluşsal şiirdir; Varlığı, insanı ve kendini sorun eden şiirdir.Böyle nispeten iyimser bir ortamda, buna paralel olarak, şiir daha etkin, yani hareketli oldu: Arayışlara girdi denilebilir. Deneysel şiir eğilimleri görüldü. Ne var ki bu eğilimler, özellikle görsel şiir söz konusu olduğunda, taklit olmaktan öteye geçmedi denilebilir; zaten sonra da sonuna geldi. (Şunu da söylemek gerekir: Başlangıçta bir baskın halinde gelen postmodern durum, 2000'lerden sonra yerleşip doğallaştı. Hakikat gözden kayboldu; bir mesele olarak görülmekten de çıktı. Anlam bir kenara koyuldu.)Görüldüğünü söylediğim bu arayışlar (arayış mı, yoksa şiirsel sürecin bir fazı mı, diyelim, bilmiyorum) daha çok şiirin kendi bağlamı içinde kaldı; demek istediğim, şiir müdahale etmedi; dünyaya ve insana müdahale etmeyi düşünmedi bile. Şiirin kendi çerçevesi içinde kaldığından toplumdan ve insandan kopuk olduğunu düşündüğüm bu arayışlar "jest" düzeyine indi. Şiir, dilsel arayışlara gireceğim, yenilik peşinde koşacağım derken, dilsel performans olmaktan öteye geçemedi. Yani güncel sanatla birlikte ortaya çıkan performans sanatı, bir tavır ve gerçeklik olarak şiire de sirayet etti. Ama ne var ki, performans anlam ya da imge üretmez; anlık parıltılardır sadece. Parıldadığı zaman ışık tutması gerekir değil