Son akşam inerken

Bu son akşam için değil fakat asıl burada yaşanan şu sayılı günler gelsin diye nice vakit geçmişti. Bir yıl, sayıyla üç yüz altmış beş gün, saat, dakika ve saniye cinsinden şunca sayı akıtılmıştı. Belki de hayatın nice ağır yüküne sırf bunun için katlanılmış, tahammülü zor onca yüz hareketi ve davranış sakince görmezden gelinmişti. Yaşam bir kerecikti. Tekrar ve kötülük ise ebediyen vardı. Buraya gelindiğinde âdeta kainat gömlek değiştiriyor; ekmeğin tadı, rüzgârın huyu başkalaşıyordu. Sabahlar yine sabahtı, gölgeler, yollar, kuş sesleri, insan şapkaları, çatılar, yolcu bekleme durakları şeklen aynıydı. Bunca benzerlik içinde, onu burada tutan ve bu akşamla birleşerek son gecenin içinde henüz çiğnenmemiş iri bir kokulu üzüm gibi varoluşun ağzında dönen neydi O şekilsiz bilmenin değil, olmanın akışı mıydı sessizce çağıran Böylesi bir biliş her seferinde tükenişe çıkıyorsa eğer buna değer miydi (adsbygoogle window.adsbygoogle || ).push({}); Çocukluğu hep bilmek ve sormak iştiyakıyla geçmişti. Açıklamak isterdi mesela meşelerin arasında çırpınarak kaçan bir karatavuğun korkusunu. Yıllar sonra kısa sürelerle de olsa o yerlere geri döndüğünde peşine düştüğü soru ağaçları dallarının kuruduğunu, sıcakta un olup incelen fakat bir sır bilmecesi gibi uzayan tozlu yolları diken otlarının bağladığını görmüştü. Her şeyin bir öznel geçiş olduğunu acıyla idrak etmişti. Mekan tek değildi aslında, yekpare ortak bir zamandan da bahsedilemezdi. Tıpkı herkesin bildiğini söylediği ancak konuşurken ve yazarken seviyesini belli ettiği dil gibiydi ayrışmalar. Eğer o kurumuş dallara yeni bir hayal bindirmez, çatıları yıkılıp da betona hapsedilen çeşmelerin yalağına eğilip yüzüne bakmazsa ölüm denilen sessizlik, arsız ot benzeri her yeri kaplar, şeklin cıvıltısını yok ederdi. Bu akşam hangi radyo istasyonunda hangi keman resitali dinlenecekti Sükûtun kubbesi açılacak, sonsuzluğun yıldızları parlayacak mıydıBurayı belki de geçmişsizliğinden dolayı seviyordu. Alışılmışlığın, hoyratlığın ve yıkımın baltaları mekânda uyanmamış, sürprizli bilinmezliğin salınımları henüz yorulmamıştı. Vakit gizliden gizliye gıcırdamıyordu. Muhtemelen değil muhakkak gün gelince burası da daralacak, yatakta dönülünce kısalan duvar mesafesi gibi dayanılmaz olacaktı. Olmasındı elbette. Bu istenilmezdi. Bilmenin muhakemesi böyle bir mahkeme kursa dahi bilinçte bir kaçak sızmaya ihtiyaç vardı. Göçmen kuşlar her yıl kendi değişmez istikametlerinde yol alsındı. Ürkek bir serçenin bir anlık sekişi lazımdı. O sekişe neler neler sığmazdı Her düzen sonunda yıkımdı. Çürümeydi.Sebeplerin maverasında görünmez laboratuvarlar kurulmuştu. Bilgiç eller maddelerle, element ve gazlarla gram gram oynuyor olabilirlerdi. Gazeteler, televizyonlar, internet sayfaları dünyayı ellerinde büyük büyüteçlerle dolaşsınlardı. Yaşanılan çağın en belirgin vasfı artık hiçbir şeyin açıklanamaz oluşuydu. Her yerde konuşuluyor, yazılıyor, belgeler, bilgiler cirit atıyor, insan gözü ve kulağı onları takipte zorlanıyor fakat hiçbir şey açıklanamıyordu Artık Çin ile mürekkep, ok ile Kızılderili, Zenci ile köle, Hindistan ile büyü arasındaki irtibat gibi bir bağ kalmamıştı dünyada. Para cepte, ekmek ateşte, kadın düşte, erkek maden ocağında, çocuk ninnide bile değildi. O, buraya gelip de ilk birkaç günün bocalamasını atlattığında