Onlar Da Mı Milli Şef Akıllıdır

Amerika'nın ve Amerikalıların ülkemizin siyaset arenasında gündem olması galiba hiç bitmeyecek. Bugünlerde iki ayrı maddede tartışılıyor, ilgi duyan yahut hayatla irtibatını koparmak istemeyen insanlarımızca. Altılı masa liderlerinden Ana muhalefet Partisi Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu'nun ABD'ye yaptığı seyahatin puanlaması henüz bitmeden, Meclis'teki "Dezenformasyon Yasası"nın savunması da ABD üstünden yapıldı. "Amerika'dan icazet almaya gitti" yorumunu yapan bizim mahalle kahvesinde atanma bekleyen delikanlıya, benim yaşımdaki bir emekli cevap vermişti. "Neden aklınıza hemen icazet geliyor Nereden ne alındığını iyi bildiğinizden mi" "Sizinkiler hepsini almamış mıydı o icazetlerin,'' de demek vardı, ama araya girmek istemedim. Hem memleketin moralli gençliğe ihtiyacı vardı. Giden, geldi de kurtulduk, demeye kalmadan daha, iktidar partisinin bir sözcüsü, turfanda dezenformasyon yasamızla ABD'nin dezenformasyon yasasının birebir örtüştüğünü bizzat Amerikalıların ikrar ettiğini kayıtlara aldırıverdi. pushfn('ads'); Türklerin hayatlarıyla Amerikalıların hayatları birebir örtüşmezken,-onların şerifleri var, Teksas şiveleri var- dezenformasyon yasalarımızın örtüşmesi kimin hayaliydi de gerçek oluverdi, bilmeyiz. İtirazımız, "Milli Şef" yıllarımızın örneğini, bugün neden Amerikalılar üstünden servis etme ihtiyacı duydu mevcut iktidar, sorusunu kafasında oluşturup cevap bulmaya çalışan insanlarımıza olacaktır. Yok öyle bir şey. Amerikalılar "Milli Şef" yıllarımızdan almışlardır örneği. Şimdi biz de onlardan alarak kendi değerlerimize dönmüş oluyoruz, tezlerine karşı uyanık olmalıyız. 1944 yılında yaşadıklarını, 1956 yılında çalıştığı gazeteye (Hürriyet) anlatan gazeteci Emin Karakuş'un hatıralarını bir haftalık gazeteden (Çakmak) aynen alacağız. Gazeteci Emin Karakuş anılarından yeri geldiğinde yine bahsetmek hakkımızı saklı tutarak, bugün bir kaç noktasını işaretlemekle yetineceğiz. "O devir, Tek Şef, Tek Parti, Tek Millet devri." "Bu muamelelere bugün de daha hazin bir şekilde muhatap olmaktayız." Bugün denilen zaman (1956) "Milli Şef" zulmüne son vermek için gelen Demokrat Parti devridir. Sene 1944. O sıralarda İstanbul'da münteşir bir gazetenin Ankara muhabirliğini yapmaktayım. Bir sabah saat onda kapı çalındı. Sivil bir polis memuru: "Sizi Vali bey çağırıyor" dedi. pushfn('ads'); Vali Nevzat Tandoğan. Rahmetlinin 13 sene müddetle Ankara Valiliğini nasıl tedvir ettiği bütün Ankaralılarca malûm. Şehirde kuvvetli bir âsayişi hâkim kılmak için gayri kanunî yollardan yaptığı işler, icrasına tevessül ettiği fiil ve hareketler dillere destan. Kanun ve nizamı iki dudağının arasından çıkan söz olarak kabul eden idare adamının menkıbelerine ait hâlâ türlü şeyler anlatılır. O devir, "Tek şef", "Tek Parti", "Tek millet" devri. Ben bu mülâhazalarla ve beraberimdeki polisle vilâyete doğru ilerlerken; "Acaba ne yazdım Bugünlerde iktidarı kızdıracak ne gibi bir haber verdim" diye düşünmeğe başladım. Vilâyete geldik. Vali Bey yerinde yoktu: Demek ki talimat bir gün evvelinden verilmiş. Bekledim, bir buçuk saat kadar bir zaman geçti. Bu müddet içinde vukuu muhtemel hâdise ve vekayii şöyle bir gözümün önünden geçirmek istedim. Ne olacağını, biraz sonra nasıl bir vaziyetle karşılaşacağımı bilmemekten mütevellit telâş içindeydim. Sözü uzatmayalım. Biraz sonra Vali Bey göründü... Bana şöyle bir baktı: "Sizi beklettim!" dedi. Bu hale göre vaziyet o kadar "ciddî" değildi. Derhal huzura kabul olundum. Odada Tandoğan, ben ve polis müdüründen başka kimse yoktu. Nevzat Vali koltuğunda değil, ekseriya masasının ön tarafında bulunan bir iskemlede otururdu. Yer gösterdi: "Biraz daha yaklaş!" dedi. Yaklaştım. Her an suratıma şiddetli bir tokadın inmesi mümkündü. Büyük bir tevekkül içinde ne yapacağını, ne diyeceğini bekliyordum. Vali masasının çekmecesini çekti. İçinden bir tabanca çıkardı. "Hiç inkâra kalkma! Dedi. Her şey elimde. Seni mahvederim." "Her şeyi izaha hazırım efendim." dedim. "Sen son günlerde sağa sola bazı mektuplar gönderiyorsun. Bu mektuplardan biri elimde. Anlat bakalım. Bunları yazmak lüzumunu neden duyuyorsun" Derhal intikâl ettim. O günlerde çalıştığım gazetenin başmuharriri makalesinde mevzu yapabilmek ve hâdiseleri daha yakından takip edebilmek için "gazetelere yazamadığımız" hâdiseleri bir mektupla hususî olarak kendisine bildirmemi emretmişti. Ben de o günlerde "Toprak Kanunu"nun encümende hararetli müzakerelere mevzu olduğunu ifade eden bir mektup yazmış, ona göndermiştim. Bir toplantı sırasında Başvekil Şükrü Saraçoğlu encümene girmiş, kanunun 17'nci maddesinin hükümetçe, yüksek makamlarla temas edilerek, yeniden kaleme alındığını, icabında 50 dönüme kadar istimlâk yapılabileceğini ifade etmişti. Bunun üzerine lâyihaya aleyhtar olan mebuslardan biri ok gibi yerinden fırlamış; "Yoooo... Demişti. Sizlere derin hürmetimiz ve sevgimiz vardır. Her şey iyi, güzel "emme" bu gibi iktisadî meseleler üzerinde azla ileri gitmenizi doğru bulmuyoruz. Mal canın yongasıdır. Maddeyi bu şekli ile kabul etmemize imkân yoktur." Bunun üzerine Dahiliye Vekili Faik Öztrak keyfiyeti derhal "üst kademe"lere ulaştırmış, oradan şu ihtarı almıştı; "Git! Bu efendilere sor. Hakikaten mebus olduklarına inandıkları için mi bu muhalefeti yapıyorlar." Hâdise, fevkalâde mühim ve enteresandı. Fakat gazeteye havadis olarak yazmaklığıma imkân yoktu. Durumu bir mektupla gazetemizin başmuharririne bildirdim. İşte bu mektup açılmış, münderecatında mühim zevatın ismi geçtiği için ben o dakikada Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'ın huzurunda hesap vermek zorunda kalmıştım. pushfn('ads'); Valiye mektup muhteviyatını aynen anlattım. "Eğer kastettiğiniz mektup bu ise, evet, ben yazdım, dedim. Merhum kızdı; "Bu yazdıklarının hepsi yalan!" Cevap verdim: "Yalansa şimdi bir mektup daha yazar vaziyeti tashih ederim." "Ama senin bu yaptığın..." Burada bir küfür savurdu. Hiç ses çıkarmadım. Durdu, küfrün daha sunturlusunu savurdu. Yine sustum. Küfürler ve hakaretler tevali etti. Müteakıben Polis Müdürüne şu emri verdi: "Git! Dedi. Bunun evinde kâğıt olarak ne varsa, hepsini al gel!" Hikâye uzun aziz okuyucularım. Hâdisenin benim için o günlerde bir hayli üzücü, sıkıcı tarafları oldu. Kanunsuz evim arandı. Kanunsuz nezarette kaldım. Esaslı bir sinir harbinden sonra nihayet serbest bırakıldım. Aynı gün Büyük Millet Meclisine gittim. Gazete akşama havadis bekliyordu. Gazinoda, zamanımızın Demokrat eşhasından "çok mühim" bir zatla karşılaştım. Sordu: "Ne o dedi. Biraz üzgün görünüyorsun." Bu zata hâdiseyi baştan sonuna kadar anlattım. Bir an düşündü; "Şimdi Dahiliye Vekâleti bütçesinin müzakeresi başlıyor. İster misin kürsüye çıkıp bir vali bir vatandaşa böyle bir muameleyi nasıl yapar Diye sorayım." "Aman! Dedim. Size bir şey yapamazlar. Fakat bana her şeyi yaparlar." Israrım üzerine bu hareketten vazgeçti. O sıralarda daha ne Demokrat Parti vardı, ne de Birleşmiş Milletlerin İnsan Hak ve Hürriyetine dair esasları. Sadece Anayasamızın "Muhabere dokunulmazlığına" dair sarih hükmü rafa atılmış bir kitapta yazılı duruyordu. Tatbikatta her şey o zamanki idarecilerin takdirine bağlı idi. Bu anlattıklarım geçen idare zamanında maruz kaldığımız düzinelerle haksız muamelelerden bir tanesidir. Bu muamelelere bu gün de daha hazin bir şeklide muhatap olmaktayız. Genç gazeteci arkadaşlarımdan rica ederim. Geçen hafta karşılaştıkları hakaret, sövme ve dayak hâdisesi karşısında fazla teessüre kapılmasınlar, çünkü bizde her devirde gazetecinin nasibi bu olmuştur. Allah daha beterinden saklasın! (Hürriyet) ÇAKMAK: İşte bütün Despotlar gibi sonunda kendi kendini öldüren, TANDOĞANIN kanunsuz işlerinden biri deha!.. Bunun aynısını merhum Prof. Remzi Oğuz ARIK'a