Yurtsuzluk!

Bir gazetede gördüğüm bir fotoğraf, sanırım hayatım boyunca hiç çıkmayacak aklımdan. Uçağın içinden çekilmiş. Koltukların tümü dolu. Kimisi dirseklerini dayamış koltuk kenarına, kimisi dalgın dalgın tavana bakıyor, kimisi çoktan yaştan kesilmiş gözlerle objektife Birbiriyle konuşanlar da var. Bütün yüzler kederli. Bazılarında endişe var, bazıları ise endişesini bile kaybetmiş, mezara girmiş çıkmış hayalet gibi bazıları Ama korkutucu değil. Kaybedilen bir zamanın tonlarca ağırlığı düşmüş hepsinin üzerine. Omuzlarına bir çağ oturmuş gibi. Hepsi aynı anda yaşlanmış sanki. Bir yolculuk fotoğrafıdır bu Felaket bölgesinden büyük şehirlere nakledilen felaketzedelerin fotoğrafı Uçak Ankara'ya gitmiş. Gidecek yeri olanlar belirlenen adreslere gitmişler; haberden bunu öğreniyoruz ama içlerinde gidecek yeri olmayanlar alandaki AFAD masasına başvurmuşlar. Ankara'daki bütün öğrenci yurtları dolduğu için, yersizler Bolu-Sapanca bölgesine başka vasıtalarla gidecekler. Kendimi bir anda, Ankara Esenboğa Havaalanı'nda, bir AFAD görevlisinin önünde, öyle yapayalnız, öyle çaresiz, öyle kimsesiz, öyle yersiz-yurtsuz; geleceği belirsiz, geçmişi silinmiş, fotoğraf albümleriyle birlikte anılarını, sevdiği şey neyse hepsini moloz yığının altında bırakmış o umarsızlardan biri gibi hissetmeye başladım o fotoğrafa bakınca. Yerinden yurdundan kopartılmış -zorla veya gönüllü veya bir felaket sebebiyle fark etmez- bütün çaresiz insanların duygusu aynıdır; bir sürgünün veya muhacirin korkutucu kederi! Bazen kendini rüsva bir hüzünle bir havaalanının çıkışında, bazen kolu kanadı kırılmış bir halde bir sınırın dikenli telleri önünde, bazen elinde kırık bir bavul bir tren garında, bazen üstün başın perişan bir halde bir otobüs terminalinde, bazen bir kamyon kasasında, bazen de şair Cemal Süreya gibi "iki erle yük vagonuna" doldururlar, "günlerce yolculuktan sonra bir köye" atarlar, "tarih öncesi köpekler havlıyor"dur o köyde, "hiç çıkmaz o yolculuk" aklından. Sürgün veya muhacirin kaderi aynıdır çünkü. Mithat Cemal Kuntay'ın "Üç İstanbul" romanı, kahramanı Adnan'ın roman içinde roman yazmasıyla açılır. Adnan'ın yazdığı romanın konusu 93 harbinin İstanbul'a getirdiği muhacirlerdir. Şöyle başlıyor romanına Adnan: "Anadolu ve Rumeli ufkun iki ucunda iki ahşap konak gibi yanıyor; yangından çıkanların uçan saçlarıyla ufukta insanlar koşuyor: 93 muhacirleri Muhacir, gideceği yer olmadan biteviye yürüyen hayalettir; adını bilmediği bir başka hayaletin ekmeğini yiyecektir." Bu darıdünyada yerleşik bir yerimizin olmamasının sebebi budur. Belirli aralıklarla, (bazen bu aralıklar birkaç asır sürmüş) arz sarsılmış, toprak yarılmış, dağ kükremiş, biz zavallı insancıkları yutmuş sarsıntı, geride kalanlar, "bu eller bize yaramaz" diyerek yüklenip başka bir iklimin yolunu tutmuş; arada kalan arzın sarsılmadığı zamanlarda da kendi başına felaketler çıkarmış insan, yarılan o toprak yüzünden kılıç çekmiş birbirine, aç bırakmış, binlercesi kara toprakla buluşmuş, kaybedenler "bu eller bize haram" diyerek çıkmış yollara. Bir hayalet gibi Başka bir hayaletin ekmeğini yemeğe Kökü sorulduğunda herkesin atasının uzak bir yerden gelmiş olmasının sebebi budur. Varoluşumuzdan beri büyük yolculuk sürüyor. Kavimler göçü gibi dehşet bir isim bulmuşuz bu yolculuğa Bir türlü bir yerde rahat edememişiz. Gurbet türküleri buradan doğmuş, sıla hasreti buradan çıkmış, vatan özlemi buradan Sürgün edebiyatı da O gün bugün muhaciriz hepimiz; "gideceği yeri olmayan", "gezen Yahudi" misali Hangi milletin hangi kara parçası onun vatanıysa, o vatanın içinde küçük yurtları vardır yurttaşlarının da (Öğrencilerin barınma mekanlarına "yurt" demeleri boşuna değil!) Askere gideriz, ilk aradığımız kişi "toprağımız"dır, ne yapar eder memleketlimizi arar buluruz. Gurbete gideriz inşaatlarda çalışmaya; o inşaatlardan gelecek aşina olduğumuz tınıdan bir türküye kulak kesiliriz, belki de o ezgi bir hemşerimizi getirecek bize. Hamal oluruz, yanımızda memleketimizden biri aynı yükü taşısın isteriz. Mahalle kurarız büyük şehirlerde, ille de köylümüzü getiririz mahalleye. Ve en önemlisi evlenirsek eğer, "kendi köyümüz"den biriyle evleniriz. Hepsinin sebebi yurt özlemidir aslında. İnsan nereye giderse gitsin, istese de istemese de dilini alır yanına. İnsan nereye giderse gitsin başka bir insandan anlayacağı bir kelimeye kulak kesilir her durumda. Daha önce de çeşitli vesilelerle nakletmiştim bu hikayeyi; hikâye, eski Sovyetler Birliği'nde yetişmiş, Kürt edebiyatında hikâye alanında önemli ürünler vermiş Tosinê Reşîd'e ait; yıllar önce Türkçeye çevirmiştim. Stalin diktatörlüğü hüküm sürüyor her yerde. Kafkaslarda, buralardan sürülmüş Yezidi kavmi yaşıyor. Bu kavmi bir araya getiren tek şey inançlarıdır. Her şeyden vazgeçer inançlarından vazgeçmez Yezidi. Müslüman Kürtlerin zulmünden kaçmıştır çoğu "dinsiz" komünistlerin idare ettiği Sovyetler Birliği'ne Güya burada rahat edecekler. Oysa Stalin bütün dinleri ve ritüellerini yasaklamış bir yığın şeyle birlikte. Ama Yezidilerin kafasını kessen vazgeçmezler ibadetlerinden. Vazgeçerlerse biteceklerine inanırlar. Bu yüzden gizli gizli ibadetlerini devam ettirirler. Etraf ajan kaynıyor, devlet istihbarat devleti, gammazlarlar. Stalin sürgün cezasını uygun görür Yezidilere. Kamyonları dayıyorlar evlerin kapısına, yanlarına birkaç eşya almalarına izin verip aynı kamyonları bu kez tren vagonlarının kapısına dayıyorlar. Hikâyemizin kahramanı Silo'un ailesi de bu ailelerden birisidir. Silo'nun ağabeyi ölmüş, yengesi ve çocukları da ona emanet, kendisinin de dört çocuğu var. Hepsini bir vagona dolduruyorlar bir kış başı ve tren doğuya doğru yola çıkıyor. Bir hafta sonra ıssız bir yerde duruyor tren. Vagonlarda ölü var mı diye bakıyorlar, varsa ölüyü indirip, orada istasyon görevlilerine teslim ederek yola devam ediyorlar. Bu sırada Silo'nun bir yeğeni hastalanıyor. Ateşi 40'ı geçiyor, ilaç yok, trenin içi buz gibi soğuk... İlaç istiyorlar tren durduğunda askerlerden, ilaç veren yok. Birkaç gün içinde çocuk, annesinin kucağında, ateşler içinde yanarak ruhunu teslim ediyor. Tren durmadan doğuya doğru yol alıyor. Silo, yeğeninin ölüsünü teslim etmiyor; biliyor bir yol kenarına atacaklar. Oysa o dini bir törenle toprağa vermek istiyor çocuğu. Vagonun içinde soba var, yakmıyorlar ceset kokmasın diye. Soluklarıyla ısınıyorlar, annesi çocuğun başında gözyaşı döküyor, kalabalık aile hep birlikte taziyede... Günler sonra uzak, çok uzak bir yerde, Tanrı Dağları'nın orada tren aniden duruyor. Hepsini vagonlardan indiriyorlar. Kamyonlara bindiriyorlar. Silo ve ailesini de bir kamyona yüklüyorlar; bu kez kamyon kuzeye doğru yol almaya başlıyor. Dört saatlik bir yolculuktan sonra kamyon onları bir bozkırın ortasında, uzaklarda dağların seçildiği, keskin bir soğuğun hüküm sürdüğü, rüzgârın uğultusundan başka bir sesin işitilmediği bir büyük ıssızlığın tam ortasında bırakıp gidiyor. Silo, ailesi ve yanlarında bir çocuk ölüsü... Ne yapıp edip bir an önce cesedi toprağa vermeli. Açlar, susuzlar, tanımadıkları bir gurbet yerdeler... Çaresizler. Sonsuz bozkırın içinde çok küçükler. Uzaklardaki dağlar üzerlerine geliyor. Issızlık... Sessizlik ve kesif bir yabancılık duygusu... Acayip bir yurtsuzluk hali Bir de bakıyorlar ki uzaklarda kendilerine doğru gelmekte olan dört süvari... Atlılar gittikçe yaklaşıyor, yaklaşıyor... Van'dan Kafkasya'ya zulümden kaçmış olan Silo, başka bir zalimin zulmüne uğrayarak getirilmiş buraya, burası rüyalarında bile gördüğü bir yer değil, hele şu gelen insanlarla hiç karşılaşmamış. Renkleri sanki solgun, yüzleri yuvarlak, gözleri küçük ve çekik... Dört süvari yanlarına gelince, en yaşlıları atından iniyor ve: "Selamünaleyküm!" diyor. Silo'nun içinde aniden güller açıyor: "Aleyküm selam" diyor. Bu iki kelime yetiyor, Tanrı Dağı'nın eteklerinde yaşayan bir Kırgız Türk'ü ile ta Van'dan buraya atılmış bir Yezidi Kürt'ün, dünyanın bu ıssız yerinde, öteki ucunda birbirine sarılmalarına. Birbirlerine sarılıyorlar. Yakın tarihlerde; 93 Harbi'nde Ruslar Balkanlar'daki Müslüman ahaliyi önüne katıp İstanbul'a sürdüğünde, aynı şey Kırım'da, Kafkaslar'da olduğunda, İttihatçı güruh Osmanlı Ermenilerinin yönünü Dêrezor çöllerine çevirdiğinde, Dersim'den kafileler halinde insanlar sürüldüğünde, iskan politikaları sonucu aşiretlerin yerleri değiştirildiğinde, Birinci Cihan Harbi sırasında Şengal dağlarındaki Yezidileri Kafkasya'ya kovalandıklarında, Saddam Hüseyin Halepçe'ye elma kokan zehirli gaz attıktan sonra ölümden kurtulan Kürtler bize koştuğunda, Suriye'de iç harpten hemen sonra bir zamanlar bizim yurttaşımız olan ahali bize sığındığında, Van'da zelzele olduğunda Van'dakilerin soluğu İstanbul'da almalarında, şimdi de büyük felaket coğrafyasında memleket sathına yayılan depremzedelerin yer değiştirmelerinde; yersiz, kimsesiz kalmış insanda oluşan tek ortak duygu, bir daha da ölünceye kadar yakasını bırakmayacak olan kesif bir "yurtsuzluk" duygusudur ki kuşaklar boyu insanın yakasını bırakmaz. Yurdundan (bu memleketi, ülkesi, vatan toprağı olabileceği gibi köyü, şehri de olabilir) kopan insan her şeyden önce "güven duygusunu" kaybeder. İnsan yurdundan ayrıldığında, yurdunu hatırlatacak çok az şey alabilir yanına. Bazen de hiçbir şey alamaz. Nazi zulmüne maruz kaldığı için kendisi de bir "yurtsuz" olan Jean Amery'nin deyimiyle, yanında ne kadar azını taşıyabiliyorsa, o kadar daha fazlasına ihtiyacı vardır çünkü. Ama işte istediği kadar anı alabilir hafızasına, buna engel yok. Siz bakmayın felaketzedelere biz rahatı pek bozulmamış olanların onlara "evim, yuvan olsun" demiş olmamıza. Bu sadece bu sözü söyleyen bizleri rahatlatır, muhacir için bu söz, sadece bir teselliden öte bir anlam taşımaz. Muhacir için yeni mekân, yeni yuva, yeni ev diye bir şey yoktur. Hele yeni yurt Yurt çocukluğun geçtiği yerdir; çocukluğun ve gençliğin geçtiği, yollarında koştuğu çiçekli bir bahçedir yurt. O bahçeyi kaybeden, ayağı ne kadar sağlam yere basarsa bassın, gittiği yerde ona ne kadar iyi davranılırsa davranılsın onu bir daha bulamaz; o artık bir kaybedendir. Kaybettiği şey çocukluğu, yani cennetidir. Peki cennet nedir Bu sorunun farklı bir cevabı, modern Kürt edebiyatının mühim yazarlarından birisi olan dostum Hesenê Metê'nin "Hevsar" (Yular) adlı novellasının içinde çıktı karşıma. Rivayet edilir ki Hazreti Adem şeytana kanıp, çokça da Havva'nın telkiniyle yasak meyveyi, o sıradan elmayı ısırıp Cennet'ten kovulunca, sürgün edildiği yeni yurdunda, her gün her gece özlem içinde tutuşur, yanar. O yeryüzüne sürgün edilmiş ilk beşerdir ancak bunun böyle olduğunun farkında değildir. Çünkü öncesi yoktur. Kimse onun yaşadıklarına benzer bir tecrübe yaşamamıştır; gelenek yok... İçinden gelen bir dürtü, önüne geçemediği bir his onu her geçen gün biraz daha kedere, biraz daha hüzne boğar. Orayı özler. Boğazına kadar hasretle dolar. Her şey ona eski yurdunu hatırlatır. Burnuna gelen her koku, damağına yapışan her tat, esen her yel ona eski yurdunu getirir. Kurak rüzgarların estiği,