Sağcı, solcu veya Cemil Meriç olmak!

Cemil Meriç, solcuyken sağcı olmadı. O ne sağcılığa ne de solculuğa fazla kıymet biçmedi, ikisini de matah bir şey olarak görmedi. Onu sağcı aydınlardan da solcu aydınlardan da ayıran şey "kendisi" olmasıydı. Bu "kendisi" olmaya daha "havalı" bir isim vermek için de çok uğraşmadı. Kendine "münzevi" dedi, işini biraz daha kolaylaştırdı. Hindistan'ı merak etti. Tam dört yıl bu ummanı çalıştı, Ganj kıyılarında "dolaştı". "Bu adam buralarda ne yapıyor" sorusunu sordular, zira Hindistan, o el atıncaya kadar hiçbir Türk entelektüelinin ilgisini çekmedi. Oralarda birbirinden farkı yüzlerce kültür, dil, din vardı. Din deyince bizim sol entelijensiya kırmızı görmüş boğa gibi kaçar. Oralarda, Ganj kıyılarında dolaşan herif mutlaka "gerici" bir şeyler karıştırmaktadır! Oysa onun amacı herkesin dünya diye Avrupa'yı gördüğü bir dönemde "Asya'nın büyüklüğünü haykırmak, bir vehmi devirmek, bir iftirayı yok etmekti", bunu anlamadıkları için "sağcı" dediler ona. Sonra biraz ara verdi Hind'e, "20. yüzyılı başlatan adamla, ütopik sosyalist Saint-Simon"la "uğraşmaya" başladı. "Putları yıkmak" istiyordu, bu kez de "solcu" yaftasını yedi. Sağcılığın da solculuğun da "aynı anlayışsızlığın, aynı kinlerin, aynı cehaletin ifadesi olduğunu" bu alanda yazdığı iki kitaba gelen tepkilerden sonra daha iyi anladı. Türkiye'de solla sağı birbirinden "dil" ayırır her şeyden önce. Solcular için bir şey "olanak" dahilindeyse, sağcılar için "imkan" çoktan doğmuştur bile. Solcular bol bol devrik cümle kurarlar. Cemil Meriç "Saint-Simon"u yayınlamak üzere Vedat Günyol'a götürdüğünde Günyol, Cemil Meriç'in "Türkçesine, daha doğrusu Osmanlıcasına" takıldı. İkisi kafa kafaya verdi, ortak bir kıvam getirdiler metne. Oysa Vedat Günyol'un; dilini "yayınevinin dil politikasına" uygun hale getirmek için kıydığı her kelime Meriç'in canından bir parça götürdü. Ama yapacağı fazla bir şey yoktu. "İrfan asaletini kaybetmiş, hoca öğretmen" olmuş, "talebe öğrenci" "Öğretmen ne demek" Allah aşkına "Ne soğuk ne haysiyetsiz ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek Talebe isteyendir, isteyen, arayan, susayan." Cemil Meriç "bu memleketin ninnileri, ezanları, türküleriyle" büyümüştü. İmanıyla, diliyle, zevkleriyle İslam ve Türk'tü ama kafaca Avrupalı"ydı. "Osmanlı'dan korkmadığı için inkılap aydınlarına" hiç benzemiyordu. Fikirleri heteredokstu. Ne sosyalist ne de İslamcıydı. Peki neydi Yazının girişinde de söylediğimiz gibi "kendisiydi". Türkiye'de "kendisi" kalmış entelektüel sayısı azdır. Soldan sayarsan Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, İdris Küçükömer ve Oğuz Atay'a çarparsın, sağdan sayarsan da durum değişmez. Bu dört büyük adam da "tekerleğin izinden" sapmıştı. İdeolojilerin bize hakikatin tümünü vermediğini erken anladı bu adamlar. Bu yüzden bir tarafa geçip ötekilere hakaret etmeden "pür halimizi" yazdılar. Bu "halimizden" kurtulmak için "dışarıdan gelmiş" birtakım ideolojilerden medet ummadılar ama. Halimizin hal çaresini içerde aradılar. Tanpınar, Tahir ve Atay'ın romanda yapmaya çalıştıkları şeyi Cemil Meriç kısa nesirle yapmaya çalıştı. ("Evladım, artık şiirle kavga yapılmaz. Kavganın vasıtası nesirdir.") Zihinlerdeki barikatların önüne kurdu çadırını. Yazdığı her şeyle her an o barikata saldırdı. Zaman zaman büyük gedikler açtı. Zihinleri ipotek altına almış senetleri yırtmaya gelmişti entelektüel evrenimize. Elindeki baltayla önüne çıkan her puta bir darbe indirdi. Dil bölücüdür. "Bir avuç kelime kıtaları birbirinden ayırır," dedi. Cemil Meriç, aslında "sağcı bir dille" solculuk yaptı. Solcular, onun yaptıklarını solculuk olarak anlamak istemedi veya anlamadı, çünkü solculuğu "içerden" birisi anlatamazdı. Bu işi çoktan Marks, Engels, Lenin ve Stalin yapmıştı. Ağaların kenefi özeldi, oraya maraba girip defi hacet edemezdi. Bize düşen "ustaların" sözünü tatbik etmek, onların sözüne söz eklemek değil! Bu yüzden Türk solu, Türkiye'de Marksizme en küçük bir katkı yapmadı, Murat Belge'nin "Türkiye, Sosyalizm, Gelecek" kitabını çıkarın Türkiye'deki Marksist birikimden, ötesi berbat çeviri ve çerçöptür. Türkiye'de sol bol keseden "adam" harcarken, sağ bağrını açmış, solun "safların dışına atacağı" adamları bekliyordu. Solda, Murathan Mungan'ın bir şiirinde tarif ettiği "Aragon kadar aşık, Nazım kadar coşkulu, Lorca kadar yaralı," bir yığın adam vardı. Sağda bu tür adamlar, kadınlar azdı. (Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Nuri Pakdil, Mehmet Akif İnan, Alaeddin Özdenören ve Ali Kutlay zaten "evin çocukları"ydı. Ne bir yerden gelmiş ne de bir yere gitmeye niyetleri vardı.) Necip Fazıl "samimiyetsiz", Akif fazla "hareketsiz", Sezai Bey Allah'a fazla "teslim" olmuştu. Bu yüzden Cemil Meriç'in Ötüken'den çıkan "Bu Ülke" kitabı bir "vahiy kitabı" gibi indi sağ cenaha. Oysa Cemil Meriç "Ötüken'den çıkan "kitap durumundan" sağa gittiğinde; İsmet Özel'in gidişi gibi "hakikati bulmuş da" gitmiş değildi, solcular onu alıp o cenaha fırlattıklarında o hâlâ "arayış" halindeydi. Sol onu hemen unuttu, sağ başının üstüne koydu. (Yıllar sonra tıpkı Oğuz Atay gibi, kitaplarını İletişim Yayınları bastı da sol onu keşfetti.) Onun içindeyse fırtınalar kopuyordu. Bir ummanda bir tahta parçasına tutunmuş tek başına, yapayalnızdı. Onu kendi kuşağını etkileyen bir "toplumcu" yani "sosyalist" olarak nitelendiren Attila İlhan'a yazdığı bir mektupta, "Toplumcu muyum" sorusunu sorduktan sonra, "Elbette" diye cevap verip şöyle devam etti: "Fakat itiraf ederim ki bu kelime benim için eski şiiriyetini kaybetti. Daha doğrusu hudutları meçhul, muhtevası kaypak bir mefhum olarak görüyorum toplumculuğu. Belki gençliğimin dünyası ile temasımı kaybettiğim için. Karanlıktayım ve tedirginim." Kitaplarının "Ötüken" gibi sağcı bir yayınevinde, yazılarının da sağcı bilinen dergilerde yayınlanmasıyla ilgili olarak da aynı mektupta şunları yazdı: "Sağcı dergi ve yayınevleriyle çalışmama gelince: bu yolu ben seçmedim. Solun kadirnaşinas davranışı beni ister istemez "gerici"lerin kucağına değil, yanına itti. Bu yakınlığın fikrî iffetim için bir tehlike teşkil etmediğini kitaplarımı okuyunca görürsün. Yalnızım ve yazdıklarım hiçbir yankı uyandırmıyor dostlar arasında. Aldanıp aldanmadığımı nasıl anlayabilirim" "Yankıyı" daha çok soldan bekliyordu. Ama onlar, tıpkı Ahmet Hamdi'ye yaptıkları gibi bir "sükut suikastıyla" fikrini değil bedenini sağ mahalleye çoktan sermişlerdi. 28 Temmuz 1974 günkü "jurnal"inde "Sağ, sol, münzevi aydın"dan bahsetti. "Saint Simon" adlı kitabı hiçbir "yankı" uyandırmamıştı. Sağ benimsememişti, sonuçta hayalci bir sosyalisti anlatıyordu. Karşılarında bir "yabancı" vardı ve "yabandan" gelmiş o adamı bir yere oturtamıyorlardı. Ona göre "sağ denilen bu bedbaht topluluk solun kusuntuları"yla yaşıyordu. "Misafirler gittikten sonra sofra döküntülerini yalamağa gelen bedbaht bir sokak kedisi" gibidir sağ. Sağın kendine mahsus, daha