Hıncal Uluç'un sevgisini de nefretini de nasıl kazandım

Bilgisayarın başına geçip öfkeli bir yazı yazan, yazdığı yazının ertesi gün memleketin siyasetine yön vereceğine, kaderini değiştireceğine inanan, bir sonraki gün yazısının hiçbir şeyi değiştirmediğini görüp biraz daha öfkelenen, tekrar bilgisayarın başına geçip bir önceki yazısının aynısı ama bu kez biraz daha öfkelisini yazıp bir sonraki gün, bir önceki gün kopması gereken ama bir türlü kopmayan kıyamete benzer bir kıyametin kopmasını bekleyen, kıyamet kopmayınca da yazdığı yazılara artık yabancılaştığı için benzer yazılar yazmaktan vazgeçmeyen, yine ısrarla her gün kıyamet bekleyen, bu şekilde bir ömür tüketen ama bu arada bir sürü dost ve bir o kadar düşman kazanan, değişen iktidarlara göre yelkenleri şişiren, çıkan her yazısından sonra girdiği her ortamda, katıldığı her sohbette o sırada mevzu ne ise ileri atılıp "ben bunu yazmıştım" deyip etrafa caka satan, pek kimse tarafından okunmadığını hissedip bunu kendine bile itiraf etmeyen, iktidarların yazılarına göre değiştiğini, hükümetin yazılarına göre politika belirlediğini, muhalefetin yazılarına göre pozisyon aldığını, o olmasa memleketin çoktan batmış olabileceğine inanan, burnu havada aklı öfkesine karışmış köşe yazarlarından değildi Hıncal Uluç. Yazmaya başladığı ilk günden, yazı yazmaktan kesildiği son güne kadar hep "yeni" bir yazar olarak kaldı. Bu "yenilik" yazı için seçtiği alanlardan geliyordu. Bir gazetenin köşe yazarı her gün siyasete veya ona benzer aynı konuya dair yazarsa eğer, -ki Türk basınında siyasete dair olmayan yazılar "hafif yazı" diye tabir edilir, bu yüzden herkes siyaset yazar. Hem siyaset futbola benzer, herkesin her gün ona dair söyleyebileceği beş cümlesi mutlaka vardır- bir süre sonra sesini kaybeder, yazdıklarına yabancılaşır, uzun yıllar boyunca dönüp yazdıklarına bakarsa eğer, aslında yıllar boyunca tek bir yazı yazdığını, yani yıllar yılı "geviş getirdiğini" anlar. Bu yüzden günlük köşe yazıları "zamana karşı dirençsiz" yazılardır. O anda okunur ve biter; tıpkı sıcak yenmesi lazım olan yemek gibi, biraz gecikirse hiçbir lezzeti kalmaz. Bence, Ahmet Rasim'den Çetin Altan'a kadar kalemi kuvvetli, edebiyatla hemhal geçmiş zaman muharrirlerinin yazdıklarını dışında tutarsak, köşe yazarlığının pek de öyle "ciddi", "matah" bir şey olmadığını anlayan ender yazarlardan birisiydi Hıncal Uluç. İktidarın politikalarına yön vermek, memleketin kaderini değiştirmek, ihale kovalamak, bir ideolojinin bayraktarlığını yapmak, memleketi yazıyla kurtarmaya kalkışmak gibi bir kaygısı veya derdi yoktu. Ama yine de bir derdi vardı. Onun kendine dert ettiği şeyler, çok uzun yıllardan beri "geviş getiren" yazarların derdinden farklıydı. Tek bir konuda yazmıyordu çünkü. Yazıyı "hafif-ağır" diye ayırmıyordu. Şehir içinde yapılmamış bir kavşak, yanlış yerde duran sokak lambası, olmayan bir yaya geçidi, saçma sapan bir üst geçit, bir defile, bir film, bir tiyatro oyunu, bir dans gösterisi, opera, konser, iyi bir lokanta, bir seçim gecesi, bir güzellik yarışması, bir haber sunucusunun tavrı, bir televizyon programı, bir gazetenin manşeti, bir turistik gezi, bir tarihi eser, bir müze, bir şehir meydanı, bir futbol karşılaşması, bir hakemin çaldığı yanlış düdük, bir sokak kedisi, sahipsiz bir hayvan, aklınıza ne geliyorsa her şey onun "futbol sahası kadar büyük" köşesinin konularıydı. Memleketi yönetenlere bir yönetim sanatı dersi vermek yerine, herkesi asıl işini yapmaya davet ediyordu yazılarında. Bu yüzden belki de bazı geçmiş zaman muharrirleri hariç; memleketin son kırk yıllık tarihinde yazdıkları sonuç veren, yazısının bir derde deva olduğu, yazıyla birtakım yanlışları düzelttiren belki de tek yazardı. Bir kitaptan bahsetse satış yükselir, bir filmden bahsetse seyircisi çoğalır, bir mekandan bahsetse müşterisi hemen artardı. Herkes onu ciddiye alıyor ama herkese onu ciddiye aldığını göstermek istemiyordu. Hastalığı üzerine şahane, öldükten sonra da aynı şahanelikte birer yazı yazmış olan şakirdi Oray Eğin'in dediği gibi Türk basınında pek çok kişi farkında olmadan kendilerini Hıncal Uluç'a kanıtlamak, beğendirmek için çırpındı durdu. Hıncal Uluç'un övgüsü de eleştirisi de fenaydı. "Övdüğü" kendini "olmuş" hissediyordu, "yerdiği" ona düşman kesiliyordu. Ben; önce övdükleri, sonra da yerin dibine batırdıkları arasındaydım mesela. Yakın dostluğum yoktu Oray Eğin gibi onunla. 2000'li yılların başında çıkan bir kitabımı "okuduğum en iyi roman" diye övmüştü, bir biyografi denemesiydi yazdığım. Sonra birkaç film, oyun galasında karşılaştım, her defasında gidip kendimi tanıttım. Sonra o beni unuttu. Habertürk'te yazmaya başladıktan sonra çok güzel notlarla belirli aralıklarla birkaç yazımı köşesinde yayınladı. Kağıt kokusuna alışmış bir yazardı. Dijitalde okumak ona sahici gelmiyordu sanki; bu yüzden dijital ortamda yazdığım için üzülüyordu bana. Bir iki yazımı yayınlayınca telefon edip teşekkür etmek istedim. Telefonunu bulup aradım, 19 Ağustos 2018 günü cevap yerine bana şu mesajı aldım ondan: "Bu tel benim özelimdir. Arama hakkınız yok. Mesai saatlerinde gazeteden arayın lütfen." Onu şu cevabı yazdım: "Hıncal Abi ben Muhsin Kızılkaya. Kaç defa yazılarında, yazılarımdan bahsettin. Nicedir telefon edip bir teşekkür etmek istiyordum, numaranızı Mustafa Erdoğan'dan aldım. Verdiğin kıymet için çok teşekkürler." Şu cevabı yazdı: "O güzel yazılar için ben teşekkür ederim Muhsin dost." Sonra 5 Mayıs 2019 günü içinden "erguvan geçen" bir yazımı daha koydu köşesine. Bu kez "Senden izin alamadım Muhsin. Ama o nefis yazının Türk Edebiyatı'nda erguvanı anlatan bölümünü aynen köşeme aldığım için beni affet. Baharı özleyen, erguvanı özleyen, sevgiyi, aşkı özleyen insanım hatırına, bağışla," diye bir not düşmüştü. Tekrar bir mesaj yazdım: "Hıncal Abi