Eğer bir gün bir kitap

Eğer bir gün bir kitap yaşamaktan memnun olduğunuz hayatın sürdüğü dünyadan sizi alıp, yazarının kurduğu hayali dünyaya götürürse ve o andan itibaren yaşadığınız hayatı bir an önce orada bırakma isteğiyle dolu o dünyadan koparak sık sık yazarın kurguladığı o kitabın dünyasına gitmek istiyorsanız; orada zaman zaman üzgün mesut, zaman zaman tedirgin rahatsız, zaman zaman dertli kederli, zaman zaman hüzünlü melül, zaman zaman sevinçli neşeli, zaman zaman gülümser ağlamaklı, zaman zaman acı çekerek, sonra o acıdan sıyrılıp o dünyanın fırtınasına boranına, yeline rüzgarına, ağacına çiçeğine, yazına kışına, baharına güzüne kendinizi teslim edip, bazen bir yaprağın ardına, bazen bir sokak köpeğinin bilinmeyen bir yere gidişine, bazen bir kedinin bakışına, bazen bir yalnızın gittiği meçhule takılırsanız; okuduğunuz her cümle damağınızda bazen bal, bazen kan, bazen pas tadı bırakıyorsa, daha önce bu hali hiç yaşamamıştım veya bu hallere daha önce de düşmüştüm diyorsanız; bu insanları, bu evleri, bu odaları, bu kadınları, bu çocukları, bu öğretmenleri tanıyorum, bu eşikten geçmiştim, böyle bir bilgeyle karşılaşmıştım, böyle bir öğretmenden tokat yemiştim, böyle bir okul müdürü saçlarımın arasında tren yola açmıştı, böyle bir okulda her sabah andımızı içmiştim, böyle bir Hilmi Baba'nın divanına diz kırmıştım, böyle bir ağabeyim olmuştu; annem de tıpkı bu anne gibi bakıyordu, ağabeyim hiçbir şeyini benimle paylaşmıyordu, babam da aynen bu baba gibi azarlıyordu beni bakışlarıyla diyorsanız; Erzurum kışına dair, "Sabah camların çizdiği desenlerden bin bir dantela ile örtülü, ev sanki hazırlıksız yakalanmış gibi ısınmakta can çekişen bir katılıkta, toprak aniden donmuş, yapraklar dallardan kıvrılarak buza dönmüş halde, karanlık gün günden artarak tepelerde iniyordu," cümlesini okuyup çocukluğunuzun geçtiği şehre kışın böyle geldiğini düşünüyorsanız; bir anda çocukluğunuzun soğuk gecelerinin geçtiği uzak bir hatıra gibi kalmış geçmiş zaman şehriniz aklınıza düşürüyorsa, benim çocukluğumda da sabahları camlarda soğuğun çizdiği bin bir dantela örtülü olurdu, sabahları o camdan dışarıyı göremez, dünyaya o desenlerin arasında bakmaya çalışır dünya gözüme kristal bir küre gibi görünüyordu diyorsanız; sizi kendinizi kâale almaktan vazgeçiriyorsa o kitap, sana "kendini kendi önüne top gibi düşür ve en sonunda onunla oyna" diyor ve seni buna ikna ediyorsa; kitabın sayfaları arasında ilerledikçe etrafında duyduğun her şey sana yavan geliyorsa, bu laflar bu ağızlara ne de yakışıyor oysa benim bu aralar dolaştığım dünyada insanlar bu kelimelerle konuşmuyor, kimse bu tuzsuz cümleleri kurmuyor, siz nereden aldınız bu dilleri kuzum diye soruyorsanız o sırada etrafınızda car car boş konuşanlara; sayfaları çevirdikçe kendinizde an be an değişiklikler hissediyorsanız, kitabın hiçbir tesir yapmadığını hissettiğiniz an içinizde kendiniz karanlığa hapsetme isteği beliriyorsa; herkese selam vermek istiyorsanız, herkese gülümsemek, yolda karşılaştığınız birisini roman kahramanına benzetiyorsanız, kitapta okuduğunuz, "İnsanlar da şiir gibi olmalı yüzde doksanı hezeyan yüzde onu belki beşi şaheser, kimsenin akıl edemediği yüzde beşi olmalı insanın, mutlaka olmalı," cümlesini bir hattata büyük harflerle bir kartona yazdırıp o kartonu bir pankart gibi sokaklarda taşıma gayretiyle dolup taşıyorsanız; küçükken evden kaçmak değil de "evden eksilme" isteği belirmişse içinizde, kendinize ait bir oda düşlemişseniz, her azarlanmayı bir gurur meselesi yapmışsanız, sevilmemenin acısını yaşamışsanız, saçlarınızı beğenmeyip kıvırcıksa düz olması, düzse dalgalı olması hayalini kurmuşsanız çocukken, gönül düşürdüğünüz birisini kendinize fazla görmüşseniz gençken, annenizin her an ölüme korkusunu yaşamışsanız, babanızın ölmesini istemişseniz arada bir çocukken; her sayfada yaşadığınız kasabada cumartesi sabahları yanaşık düzen uygun adım şehir hamamına topluca götürülen yatılı mektep çocukları olur olmadık yerde karşınıza çıkıyorsa, Cuma günleri mesai bitiminde çarşının ortasında Atatürk heykelinin orada askerler göndere bayrak çekerken okunan İstiklal Marşı duyulur duyulmaz yerinizde tıp oyununda olduğu gibi puta kesilme hissini yaşatmışsa; dağ başına düşen ilk karı getirmişse gözlerinizin önüne, sobanın üzerinde pişen yemeğin odaya doldurduğu kokuyu dışarı çıkarıp içeri bıçak gibi kesen soğuğa aldırma cesaretini yaşatmışsa size; her vesileyle "Allah'ın sopası" deyimini aklınıza getiriyorsa, "Allah şakadan anlar bunlar anlamaz, Allah anlaşılmamayı anlar bunlar anlamaz, Allah bilir bunlar bilmezler, Allah yolun sonunu görür bunlar görmezler. O yüzden sen Allah'tan değil de Allah'ın sopasından kork," cümlesini okuduktan sonra "insan ile beşer" ayrımına dair tefekküre dalıp bir anda karşınıza çıkan "o yüzden milyon beşere beş insan düşer, insanız zannedenin çoğu cilalı beşerdir," cümlesini okuyup zınk diye yere çivilenmişseniz; tıpkı çocuk kahramanı gibi size insanın en sevilen aynı zamanda en korkulan yanının yüzü olduğu gerçeğini hatırlatıyorsa, siz de tıpkı Aziz gibi o andan itibaren insanın "sözünden, dayağından, sövmesinden" korkmamak, asıl korkulması gereken tarafının "değişen yüzü" olduğunu idrak edip "sözü değiştiren değişen yüzdür" gerçeğiyle karşı karşıya bırakıyorsa; en ince sanatın insanları idare etme sanatı olduğunu çünkü insan denilen yaratığın, "büyük olduğunu görürse" çok kötüleşeceğini, "haklı olduğunu anlarsa" her tarafı yakacağını, "iyi olduğunu hissederse" her şeyi mahvedeceğini gösteriyorsa; bir sır fısıldıyorsa, uzaktan belli belirsiz kımıldanan şeyin bir ruh olduğunu hissettiriyorsa,