Geçenlerde soğan çorbası yapmak için mutfağa girdim. Bu çorbayı çok severim. Tek sorun, çorbayı içerken üstüne rendelenen peynirin sünmesi. Uzayıp giden peynir, bir türlü kopmak bilmez, insana zor anlar yaşatır.
Bu çorba her ne kadar lüks restoranların mönülerinde yer alsa da aslında fakir yemeğidir.
Yemek tarihi kitapları, antik Yunan ve Roma'da fakir halkın en sevdiği çorba olduğunu belirtirler. Soğan çorbası, Fransız mutfağına ancak 18. yüzyılda girmiş, oradan da dünya mutfaklarına dağılmıştır.
Aslında konumuz, soğan çorbası değil, soğanın kendisi. Konuya iflah olmaz bir soğan tutkunu olduğumu söyleyerek başlayabilirim.. Tadını sevmemin yanı sıra, beynimi soğan kavururken dinlendiririm.
Çünkü o an soğanın cızırtısını dinlemek, karamelize olurken ortaya çıkan tatlımsı kokuyu koklamak, rengine dikkat etmekten başka hiç bir şey düşünmem.
Soğan sevgimin gerisinde rahmetli babamın olduğunu tahmin ediyorum. Evde ne zaman kuru fasulye pişse, babam hemen bir baş soğanı masaya koyar, üstüne sert bir yumruk atıp onu parçalardı.
Ona göre soğana bıçak değince tadı bozulurdu.
Sonra, parçalanan soğanın ortasındaki "cücüğü" benimle paylaşırdı. Babam, soğanın en lezzetli yerinin cücük kısmı olduğunu ısrarla söylerdi. Gerçekten de öyleydi. O gün bu gündür soğanın hem cücüğünü hem de tümünü çok severim.
Bir de rahmetli Tuğrul Şavkay'la, Kahraman Maraş'a giderken, bir yol üstü lezzet durağında yediğim soğan kebabını hiç unutamam. Kebap dediysem aklınıza et gelmesin. Bu, etsiz bir kebaptı. Fırına atılan soğanlar, iyice yumuşayınca, bir tabağa konuyor, kaşık arkasıyla eziliyor, üstüne nar ekşisi, zeytinyağı, tuz, kekik, kırmızı pul biber ekilip servis ediliyordu. O soğanın tadı damağımdan hiç silinmedi.
Bu kadar çok sevdiğim sebze hakkında ne biliyorum diye düşününce, cahilliğimden yüzüm kızardı. Başladım sayfaları çevirmeye. Kimdir, necidir, ilk nerede yetişmiştir, ilk kim yemiştir Kafama üşüşen binlerce sorunun yanıtı aramaya başladım. Bakın neler buldum:
Soğanın tarihi, 5 bin yıl öncesine dayanıyor. Anayurdu Orta Asya ve Mezopotamya.
Yale Üniversitesi arşivlerinde bulunan ve dünyanın ilk yemek kitabı sayılan üç küçük kil tablette, Mezopotamya mutfağının en önemli sebzesinin soğan olduğu belirtiliyor. Bu mutfakta, soğanın yanı sıra pırasa ve sarımsak da kullanılıyordu.
Bu tabletlerdeki tarife göre, çok sevilen soğan böreği şu malzemelerle yapılıyordu: Hint tavuğu, su, süt, tuz, yağ, tarçın, hardal otu, bol soğan, irmik, pırasa, sarımsak, un, turşu suyu ,kavrulmuş dere otu tohumu, nane ve lale soğanı.
Soğanın M.Ö 2000 yılında, İpek Yolu aracılığı ile Avrupa'ya geldiği sanılıyor. Soğan'ı Yeni Dünya'ya taşıyanlar ise Kolomb'un denizcileri. 1494 yılında Karayip Adaları'na ilk soğanın dikildiği öne sürülüyor. Amerika ise 1629 yılında soğanla tanışıyor.
Antik Yunan'da atletler olimpiyatlara hazırlanırken, her gün yarım kilo soğan yer, soğan suyu içer, vücutlarını soğanla ovarlardı.
Romalılar, uyku bozukluğu, ağız yaraları, köpek ısırması, diş ağrısı, dizanteri, lumbago gibi illetlerin tedavisinde soğan kullanırlardı.
Sümerlilerin en sevdiği sebzelerden biri soğandı. Ayrıca Girit'teki Knossos Sarayı'nda soğan kullanıldığına dair resimler bulundu.
Mısırlılar, dairesel yapısı yüzünden soğanın ölümsüzlüğü simgelediğine inanıyorlardı. Onun için ölen kişinin leğen kemiğine, gırtlağına, gözlerine, göğsüne, ayaklarına birer baş soğan koyduktan sonra mumyalama işlemini yapıyorlardı.
Ayrıca soğanın kuvvetli bir antiseptik olduğu, diğer dünyada da hastalıklara karşı kullanılabileceği inancıyla firavun mezarlarına soğan koyuyorlardı.