Benim adamımcılık

Tarihe baktığımızda, devlet yöneticilerinin ya da hükumet yetkililerinin, ülkelerini yönetirken işin ehli olmadıkları halde, kendi akrabalarını, soydaşlarını ya da çıkar ortaklarını iş başına getirip yetkilendirdikleri için çok geçmeden o ülke dağılmış veya yıkılmıştır. Yönetim biçiminde aile, akraba, soy ve çıkarcılık ilişkisi ön planda olduğundan krallığı örnek verebiliriz. Öte yandan yarı demokrasi ile yönetilme eğilimi olan yönetimlerde de bu yaşamsal kurala uyulmadığı zamanlarda yönetimin sonu yıkım olmuştur. Kaldı ki bu yaşlı dünya, işin uzmanı ya da halkın güvendiği, başarılı olacağına inandığı kişilerin iş başına getirilmesi gereken "ileri demokrasi" diye niteleyebileceğimiz yönetim sistemlerinde bile bu kuralın çiğnendiğine tanık olmuştur. Konuyu daha iyi anlayabilmek için: "Önce iğneyi kendimize, sonra çuvaldızı ele batıralım!" prensibiyle hareket etmeye çalışayım. Tarihimizde, Hz. Ali'den (R.A.) sonraki dönemde meydana gelen istenmeyen olayların temel nedenlerine baktığımızda; Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye ve oğlu Yezit'te bulunan akrabacılık ya da soydaşlıkçıkar ortakçılığı hastalığı karşımıza çıkmaktadır. Hz. Osman'ın (R.A.) şehit olmasından sonra Ümeyyeoğulları ailesi siyasi ve çıkara dayalı bir rant elde edebilmek için Hz. Osman'nın (R.A.) şehit olmasını bahane ederek yönetimsel bazı erkler elde etmek istediler. Bu amaçla yönetime kendilerinin gelmesinin onların bir hakkı olduğunu ileri sürme cür'etinde bulundular. Bu yolla akrabacılık ya da çıkar ortakçılığını araç olarakkullanarak yönetim erki elde etmişlerdir. Oysa Ümeyyeoğulları ailesi, Allah'ın Kerim Kitabı'nı bizden daha çok anlıyorlardı. Ama ne yazık ki işlerine gelmediği için Allah'ın şu buyruğunu bile bile göz ardı edebiliyorlardı: "Şüphesiz ki Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emretmektedir. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz ki Allah duyandır, görendir. (Nisa:58) Konunun anlaşılabilmesi için adaletin uygulayıcısı Rehberimiz'den bir örnek vererek devam edelim: Allah'ın elçisi, şehirlerin anası güzelim Mekke'yi silah kullanmadan şirkten arındırırken; insanlar dalgalar halinde bölük bölük her taraftan şehre giriş yapıyor ve bütün müşrikler hayretler içinde evlerine girip kapılarını sıkı sıkıya kapatmış ya da Ka'be'nin etrafındaki duvarların dibinde büzülmüş; görünmemek için adeta; "Yer yarılsa da içine girsek!" diye Lat, Uzza ve Hubel'e yalvarıp duruyorlardı! Kasva'nın üzerinde sevinçli ama gururlu olmayan merhamet ve adalet rehberi Hz. Muhammed (sav); yerin ikiye ayrılması gibi yarılan insan kalabalığının açtığı koridordan ağır ağır ilerlerken; insanlar dikkatle ve heyecanla ne olacağını merak ediyorlardı. Hz. İbrahim (a.s.) ve İsmail'den (a.s.) bu yana Ka'be'nin en sevinçli olduğu gündü o gün! Ka'be'ye yıllardır hizmet eden ve ziyarete gelen konukları bin bir saygı, sevgi ve cömertlikle ağırlayan Allah'a ortak koşan Talha'nın oğlu Osman, kapıyı kilitlemiş; anahtarı elinde, Ka'be'nin damına çıkmış direniyordu. Kalbi küt küt atıyor, heyecandan neredeyse düşüp bayılacak bir noktaya gelmişti. İnsanlığın son rehberi, merhamet ve adalet çınarı, hakkın tesisi için bunca zamandır çaba harcayan Hz. Muhammed (s.a.v.) devesinden indi ve vakur adımlarla uzun bir süredir yanıp tutuşarak özlemini çektiği Ka'be'nin kapısına yaklaştı ve durup şöyle bir etrafına göz gezdirdi. Etrafına bakarken herkesi; özellikle de ona bunca eziyet eden Allah'a ortak koşanların elebaşlarını gözleriyle kalabalıklar arasında arıyordu. Duvar diplerinde ne kadar büzüldüklerini görünce derin düşüncelere daldı. Hz. Muhammed (sav), Hz. Ali'ye: "Anahtarı Talha'nın oğlu Osman'ın elinden al, Abbbas'a (Ra) ver!" diye emir