'Kafayı yemiş' bunlar

Özel bir akşam yemeğini anlatan 'The Menu' filmini seyrederken bazı karakterler için sık sık başlıktaki cümle geçti aklımdan. Kafayı yediklerini; yani çıldırdıklarını düşündüm. Film bittiğinde düşüncelerim değişmedi. Özü itibarıyla kendi iş rutinlerine, hayat tarzlarına ve koşulların onları getirdiği noktaya isyan eden insanların hikâyesini seyretmiştim. 'The Menu' delilik, öfke ve isyanın kesiştiği bir ruh halinin filmi gibi geldi bana. Açıkçası, belirli bir noktadan sonra olay örgüsü çok gerçekçi değil. Hatta her şeyde mantık arayan insanların 'Olur mu öyle şey' diyebileceği bir film belki 'The Menu'... Ama öte yandan, filmdeki karakterleri çılgınlık ve şiddete sürükleyen koşulların gerçek olmadığını kim öne sürebilir ki Kuşkusuz, bu filmdeki gibi uç noktalara gitmeden, pozitif yönde iç aydınlanma yaşayan; radikal kararlar alarak ve kimseye zarar vermeden hayatlarını tümden değiştiren insanlar olabilir. Ama 'The Menu' değişme şansını ve ruhlarının pusulasını tümüyle kaybederek çıkışsız bir yolda 'kafayı yiyenlerin' hikâyesini anlatıyor. Bir başka önemli nokta, filmin kendi alanlarında 'başarının zirvesi'ne çıkarak veya zirveye yaklaşarak çıldıranlara odaklanması... Rekabetçi kapitalizmin hepimizin önüne sürdüğü başarı arzusuna ulaşanların ruhen tükendiği noktada geçen bir film seyrediyoruz. Hikâyeyi de 'zirve' üzerinden anlatmaya başlayabiliriz. 'The Menu', gelecek ultra yüksek hesaba aldırış dahi etmeyecek birçok insanın rezervasyon yaptırmakta zorlandığı; belki aylarca sıra beklemeyi göze aldığı Hawthorne adlı 'çok ama çok özel' bir restoranda geçiyor. Öylesine özel ki, küçük bir ada üzerine kurulduğunu görüyoruz. Çalışanlar orada restoran için özel olarak inşa edilen tesislerde yaşıyor ve mutfaktaki malzemenin çoğu yine adadan geliyor. Restoranın özel tekneleriyle ulaşılan adada her akşam sadece '12 seçkin kişi'ye servis yapılıyor. İçlerinde dünyanın en zengin insanlarının da olduğu müşterilerin hiçbiri menüden yemek seçemiyor. Dünyaca ünlü efsane şef Julian Slowik (Ralph Fiennes) önlerine ne koyuyorsa onu yiyorlar. Şefin yardımcısı Elsa'nın (Hong Chau) rehberlik ettiği ada turundan sonra salona geçiyorlar. Şefi yemeğe kadar görüp sohbet etme şansları yok. Ayrıca menülerin fotoğraflarını çekmeleri yasak. Mutfakla restoran arasında duvar bulunmuyor ve yemek müşterilerin görebileceği bir yerde hazırlanıyor. Yemeklerin sunumu ve servis, şefin gözetiminde nerdeyse bir tören gibi gerçekleşiyor. Adayı, şef Slowik ile ekibini ve müşterileri, tekneye binmeden önce gördüğümüz genç çift Margot (Anya Taylor-Joy) ve Tyler'ın (Nicholas Hoult) bakış açısıyla tanıyoruz. Yemeği iple çeken, tadacağı her yemeği arzuyla bekleyen amatör gurme Tyler için şef Slowik yeryüzüne inmiş bir Olimpos tanrısından farksız. Margot ise onun tam aksine daha ilk andan başlayarak ortamdan hiç etkilenmeyen, yemeğe ve sunuma karşı hayli ilgisiz biri. Dahası Slowik'in para karşılığı hizmet verdiği insanlar üzerindeki etkisini anlamsız ve abartılı buluyor. Diğer müşterilerin profili pek şaşırtmıyor bizi. Sözgelimi, hayatları benzer restoranlarda geçen zengin çift Anne (Judith Lighy) ile eşi Richard (Reed Birney) veya kariyerindeki düşüşe 10 yıldır engel olamayan aktör (John Leguizamo) ve onun asistanı Felicity (Aimee Carrero) gibi Hawthorne'u kuran sermayedarın yanında çalışan ve paranın her şeyi satın alabileceğine inanmış üç erkek arkadaş Bryce (Rob Yang), Soren (Arturo Castro) ve Dave (Mark St. Cyr) ise yemeğin 'sonradan görme'leri arasındalar. Slowik'in ekmeksiz tabağına sadece onların isyan etmesi pek şaşırtıcı değil. Müşteri grubu, kibirli restoran eleştirmeni (Janet McTeer) ve çalıştığı derginin editörü (Paul Adelstein) ile tamamlanıyor. On ikinci müşteri ise kim olduğunu uzun süre öğrenemeyeceğimiz gizemli ve yalnız bir hanımefendi. Mimari açıdan minimalist ve modernist bir havası olan restoran, belki her şeyiyle çok şık ve klas bir mekân. Ama tıpkı adaya geldiğimizde hissettiğimiz gibi soğuk ve itici bir yanı var. Yönetmen Mark Mylod'un bize birkaç planda gösterdiği yapraksız ölü ağaçlar ile restoran arasında uğursuz bir bağ hissediyoruz. Şef dışında kalanların yaşadığı mekânın bizi tek rahatsız eden yanı, kışla yatakhanesini andırması değil. Dünyanın en ünlü restoranlarından birinde çalışmak için öylesine bir hayat tarzını kabul etmeleri şaşırtıyor bizi. Sadece yeniler ve gençler değil, yemekleri hazırlayanlar da orada yaşıyor. Şefin 'retro' havası taşıyan büyük villasındaki yalnızlığı ile bu yatakhane arasındaki kontrast, adadaki gündelik hayatın feodal düzeni andıran bir yanı olduğunun açık kanıtı. Şef, dünyada Tanrı'nın temsilcisi konumunda Şefin restoranda ve mutfakta uyguladığı askeri disiplin de fazla geliyor bize. Öte yandan, Hawthorne'un gerçek hayattaki karşılığı olan benzer restoranların zirvede kalma hedeflerini düşündüğümüzde, mutfaktaki mükemmel olma geriliminin çok da hayal ürünü olmadığını hissediyoruz. Filmdeki olaylar belki giderek daha gerçeküstü hale geliyor ama bizi bir şekilde gerçek dünyadaki benzeri restoranlarda olup bitenler üzerine düşündürmeyi başarıyor. Sonuçta, Slowik gibi şefler ortaya sanat eseri tadında yemekler koyuyorlar ama bundan sadece bir avuç şanslı azınlık yararlanabiliyor. 'The Menu', Slowik ve şanslı azınlığı birbirlerini zehirleyen karşılıklı bir ilişki içinde tarif ediyor. Şanslı azınlık, Slowik sayesinde en iyisini satın aldığından emin. Ama onlar için dünyada bir sürü 'Slowik' var. Birini bırakıp diğerine geçiyor ve hep yenisini arıyorlar. Ayrıca içlerinde Slowik'in yaptığı işin hakkını verebilecek çok fazla insan yok. Belki ağzının tadını bilen restoran eleştirmenleri var ama onların da güç sarhoşu olduklarının farkındayız. Öte yandan, Slowik'in hırs ve mükemmellik şiarıyla kendi ekibinin ruhunu zehirlediğini de görebiliyoruz. Willy Tracy ve Seth Reiss'in yazdığı 'The Menu',