Buruk semaide son nefes

Nefes almaya çalıştı önce. "Bu, uzun bir hikâyenin bitmeyecek sonuydu" desem de olurdu. Oysa her şeyin başka türlü olduğu bir yer vardı. İkisi de biliyordu bunu. Her şeyin başka türlü olduğu ama asla gidilemeyecek bir yer. Uzak olduğundan değil. Zaten gidememenin ölçü birimi nicedir "uzak" değil. Bunu biliyor olmalısınız. "Ah Cahit Bey, çok zor" denilen yerdeler şimdi. Bir trenin camlarının buğusunun elle silindiği yerdeler. Son kez birbirlerine. Buğu, tren ve uzaklık. Fazla şiirsel oldu. Alalım burayı geriye. "Beni özlemekten, seni hatırlamaktan yapmışlar. Ondan oldu bunlar" dedi mi kız, yoksa ben mi öyle zannettim Bir kavga gibi değil tabii ki. Kavga etmek için çok yorgundu ikisi de. Daha doğrusu belki de kavga etmenin hiçbir sonucu hiçbir şekilde değiştirmediğini fark edecek kadar uzun süredir kavga ediyorlardı da onun için kavga gibi değildi. Ağıt gibiydi daha çok. Filmi yapılmamış olsa "bir rüya için ağıt" derdim. Masada, o beyaz sonsuzlukta ikisi de kendi köşelerindeydiler ve birbirlerine yaralarını göstermekten ibaret bir sessizlik icat etmişlerdi. Uzakta, ta ileride bir çamaşır ipinin oluşturduğu imkânı hayal etmek gibiydi sessizlik. "Çözülmüş bir sırrın üzüntüsü" denilen yerdeler şimdi. Çarelerden bir çare aramak gibi değil. Hayır, öyle değil. Henüz ilacı bulunmamış bir hastalığın çekinmesiz kabulü gibiydi daha çok o üzüntü. Fazla karamsar oldu. Alalım burayı geriye. Üzüldüm ama şimdi hatırlamıyorum neye üzüldüğümü. Tam olarak bu da değil aslında. Tren ve buhar da değil. Bir gitme biçimi de değil. Ama kalmak gibi de değil. Çıkınında hayaller ve özgürleşmeler olan bir kendi kendine doğma biçimi. "Önce öp, sonra doğur beni" denilen yerdeler şimdi. Aralarında tüysüz bir delikanlının yarım kalmış silueti var. İmkânsız bir canbazın ip üzerindeki durumunu anlatan şairlerin kaçındığı, bileklerinde ince çiziklerle büyümüş Angaralı bebelerin kafalarını