En güzel manzara... İnsan!..

Gazetemizin 32 yıllık yazarı Hıncal Uluç'un köşesi basında devrim yaratmıştı. Hıncal'ın Yeri'nde sanattan spora, siyasetten yaşama geniş bir pencere açmıştı. Yazılarından özetleyerek yaptığımız bir seçkiyle ona veda ediyoruz. 1800'lü yıllarda, Avrupalı asiller, özellikle de, denizi ve güneşi pek olmayan İngiliz ve Ruslar, güneşi eksik olmayan kumsallarda yazlıklar yaptırmaya başladılar.. Bugün Fransız Rivierası denen uçsuz bucaksız doğal kumsallar onlar için çok cazipti. Ayni yıllarda Fransız işçileri de, hızla gelişen devrimler sonucu yaşamlarını değiştirdiler ve geliştirdiler. Yıllık ücretli izin hakkı, bir sosyal devrim getirdi. İşçiler de artık tatil yapabileceklerdi.. Nerde.. Güneşli sahillerde tabii.. Çağlar boyu, bir yandan korsan baskınları, öte yandan, verimsiz, tarla olmaz, ağaç dikilmez kum yığınları yüzünden on para etmez sahiller birden değerlenmeye başladı. Sahillerin arkasında dağlarda ve tepelerde yaşayan köylüler, kıyılardaki kazancı fark ettiler.. Sahil köyleri, pansiyonlar, kafeler ve restoranlar kurulmaya, yaşam dağlardan sahile inmeye başladı.. İnenler arasında Aristide adlı bir fırıncı da vardı.. 1889'da, yerleştiği sahil köyünde, deniz kenarında bir fırın kurdu ve orada kendi icadı bir kek satmaya başladı. Satışlar iyi gidince, müşteriler artınca, fırının yanına bir çayevi açtı. Çay ve keki kendi salaş masalarında servis ediyordu. 1930'lu yıllarda, dükkânın önündeki kaldırıma üçgen masalar ve minik tekne sandalyeleri dizdi. Hepsinin rengi kırmızıydı. Üzerlerine gölge yapan tente dahil.. Üç kenar masalı dekorun hedefi, her oturanın, geçen herkesi görebilmesiydi. Şimdi 2 binli yıllar.. Kafe ayni yerde.. Ayni kırmızı masalar, sandalyeler. Ayni kırmızı tente.. Sırrı ailece saklanan ayni kek ve çay.. Yönetim artık üçüncü kuşakta.. Ama onlar da, dükkânın adı olan, ayni soyadını taşıyorlar.. Senequier.. Le Senequier.. St. Tropez limanındaki, dünyanın belki de en ünlü kafesi.. Oraya gitmek, o çay ve keki yemek, orada oturmak, her turistin hayatında bir özlem.. Oturdum defalarca.. Ne görüyorsun. Hayır.. Deniz kenarı ama, deniz falan yok, Le Senequier'de.. Çünkü minik liman yapışık düzen bağlanmış devasa teknelerle dolu. Gördüğünüz, kıçtan kara etmiş teknelerin popoları.. Ama o değil, orada oturma sebebi.. Onlarca yıldan beri, değişmeyen dekor, değişmeyen masalar, sandalyeler, değişmeyen kırmızı renk ve değişmeyen kekle, sabahın yedi buçuğunda açılıp, gece artık son müşteri terk edene kadar açık kalan, masaları daima dolu, günde üç vardiya ile servis yapan 20 garsonla hizmet veren kafe, korkunç fiyatlarına rağmen etrafı seyretmek isteyenler için müthiş cazip.. Etrafta ne var peki.. İnsanlar.. Dünyanın insanları.. Dünyanın dört bir yanından gelmiş, her türden, her cinsten, her ırktan insanlar.. Kıçtan kara etmiş teknelerin dolar milyoneri sahiplerinin gözüne çarpıp davet almak için en şuh kılıklarla turlayan sarışınlar.. Bu sarışınları görmek için sahile yığılan yakışıklılar.. Teknelerden alışveriş için inen ve sahil dükkânlarını dolaşan milyoner eşleri.. Araya karışan sinema, TV ve sahne ünlüleri.. Bu ünlüleri görme umudu ile orada kamp kuranlar.. Yani dünyanın en güzel manzarasının "İnsan" olduğunu fark edenler.. Bakın ben onlardan biriyim.. Kimse alınmasın. Aşağılama, hakaret falan yok. Ben o "Su akar, inek bakarlar"dan olmadım.. Muhteşem Boğaz manzarasına bakan teras restoranlara giderim mesela.. Karşılayan şef, denizi en güzel gören koltuğu kavrar ve çeker, "Buyrun" diyerek.. Ben tam karşıdaki, denize sırtı dönük koltuğa otururum. Çünkü orası dükkâna bakar. Dükkânın içindekilere.. Giren çıkanlara.. İnsana bakar.. Benim manzaram insandır.. 20 yıldan fazla, Ortaköy'de, karşısındaki otoparktan başka manzarası olmayan Ertekin'de oturmamın sebebi bu.. Ertekin'in yeri Ortaköy'ün nizamiyesi.. Oraya gelen, buradan geçmek zorundadır. Günün her saatinde, iki yönlü akıntı halinde bir insan nehri akar, Ertekin'in önünden.. Her tür insan.. Memleketimin dört bir yanından gelenler için bir mecburi duraktır Ortaköy.. Mutlak gelirler.. Dünyanın dört bir yanından gelirler.. Japonlar.. Güney Koreliler.. Hintliler.. Kazaklar.. Türkmenler.. Ruslar.. İspanyol, İtalyan, Yunanlılar.. Şimdilerde hem de nasıl bol, Araplar.. Yüzlerce, binlerce gelirler.. Onlara bakarken vaktin nasıl geçtiğini anlamazsınız.. 23 TEMMUZ 2011 AH EMOŞ AH!.. Nerelere götürdün beni sabah sabah.. Arabaya bindim, müzik setinin kumandasına dokundum. Emel Sayın'ın sesi yükseldi.. "Yağdır mevlam su!.." Yıl 1987.. Dünya Atletizm Şampiyonası için Roma'dayız. Kenan Onuk TRT'ye anlatıyor. Ben her zaman olduğu gibi yanındayım, yardım ediyorum. Sabah seansı bitti.. Yolun tam karşısında Basın Merkezi var. Orada Cüneyt (Koryürek) ve Nuyan (Yiğit) ağbilerle buluşup espresso, pardon cafe lungo içeceğiz. ...Nerden aklımıza estiyse, o sıralar ülkemizde pek bir modaydı, ondan olmalı, Kenan'la ikimiz birlikte bağıra çağıra, Yağdır Mevlam Su şarkısını söylemeye başladık, aniden. İşaret almış gibi.. Allah sizi inandırsın, olmaz böyle şey.. O Roma'nın günlük güneşlik, tek bulutu olmayan havası birden karardı. Bir yağmur boşandı, inanmazsınız.. ... Biz Kenan'la yemin ettik ki, bir daha bu şarkıyı olur olmaz yerde ağzımıza almayacağız.. Emel Sayın TRT'de ilk kez söylerken ağlamış, neden ağladığını da açıklayamamıştı. Roma'da biz söylerken, gökyüzü ağladı bu defa... 20 OCAK 2008 GAZETECİ ÖLDÜ!.. Yani yaptın yapacağını Savaş.. Giderken de yaptın yapacağını.. Hıncal Ağabey'ini Köprü sapağından, gazetenin önüne kadar hem de koşar adım yürüttün. Erdal yaptı, veda konuşmasını.. Kısa ama, hani nasıl derler, damardan.. Bir de elleri titriyor, sesi gibi.. Dokunsan ağlayacak.. Aslında ben de öyleyim.. Herkes öyle.. İnsan bu kadar sevilince, böyle oluyor demek.. Bir yemyeşil tabuta bakıyorum.. İçinde sen yatıyorsun.. Bir etrafta koşuşan foto muhabirlerine.. Durmadan çakan deklanşör sesleri kulağımda.. Bu işi kaç defa yaptın sen Savaş.. Ne fotoğraflar çektin, unutulmaz.. Şimdi dışarda olmalı, en vurucu fotoğrafı çekmeliydin.. Çekerdin de.. Çeker de ağlatırdın beni gene, bu sabah ağlattığın gibi.. Yazmak işindi senin Savaş.. Ama bizim gibi köşemize kurulup yazmak değil.. Haber neredeyse, oraya gidip, orayı yaşayıp yazmak.. Mesafe demeden, kar, çamur tipi demeden.. Ruhun muhabirdi çünkü.. "Son Mohikan" derdim sana.. Son Gazeteci'ydin sen Savaş.. 14 Ekim'deki o yazın "Son"u anlatıyordu bana.. Kendi sonunu bile kendin yazıyordun Savaş.. Ama öyle güzel yazıyordun ki, okuyanı üzmeden.. Hatta umut vererek.. Hatta en yakınlarına bile "Bu defa da çıkar hastaneden" dedirterek, son güne kadar yazdın.. "Ağaçlar ayakta ölür" diye başlık atmış Yavuz (Donat) yazısına.. Ağaçlar ayakta böyle ölür işte.. 12 KASIM 2013 TİYATRO OLMASA NERDE OLURDUM ...Babam kitap meraklısıydı.. Hele de klasik kitapların. O sırada Milli Eğitim Bakanlığı, Dünya Klasikleri'ni yayınlıyordu. Bir ev düşünün. Yığınla kitap var. Parazitli Ankara radyosu. Ve de kitaplar.. Yani tek oyalanma aracım kitaplar. Okurken keşfettim ki, uzun tasvirler ve anlatımlardan çok konuşmalar ilgimi çekiyor. Hikâye ve roman okurken, anlatımları hızlı geçip konuşmalara dalıyorum. Oysa tiyatro kitapları baştan aşağı konuşma.. Bakanlık, Antik Yunan'dan başlayıp, tiyatro oyunlarını çevirtip yayınlıyor bol bol.. Babam alıyor, hepsini.. Yazmayı öğrenmenin en iyi yolu okumak.. Birinci fayda bu oldu. İki.. Sofokles, Moliere ve Shakespeare, düşünce yaşamımın temeline ne taşlar koydular, hele bir düşünün.. Beynimi nasıl geliştirdiler, hesaplayın.. 4-5'i Kilis'te okudum. Orda tiyatronun