Bir an, upuzun ve hâlâ süren bir an...

Bursa... Setbaşındayız. Belki o zamanın Mahfel'inde... Üzerimde paltom var, başımda şık bir bere... Sonra fotoğraflardan baktım da oradan biliyorum. Ama kollarımı zorlukla hareket ettirmeye çalışıp minik parmaklarımı bardağın içine sokmaya çalıştığımı dün gibi hatırlıyorum... Boza kalıntılarına bulanan parmaklarımı birer birer yaladığımı; o sandalyeden bardağı temizlemeden kalkmak istemediğimi ve annemin sürekli "Oğlum öyle yapılmaz" dediğini de... Yaşım üç buçuk... Hadi canım, hatırlıyor musunuz, diye sormayın. Hatırlıyorum, cam gibi hem de... Ama diğer hatıralarım 5 yaşından sonra başlıyor. Siz hiç düşündünüz mü En erken hatıranız kaç yaşınızdan Şimdi bu da nereden aklına geldi, diyeceksiniz. Birincisi... Artık "hatıralarımla oynama" çağımdayım ve oyunun karakteri hep gerilere, daha daha geriye gitmek üzerine kurulu... İkincisi... Ara ara dönüp Frederic Beigbeder kitaplarında altını çizdiğim satırlara bakarım. (Onu ucuz romancı sayanlar utansın, iyi yazardır.) Dün de otobiyografik karakterdeki "Bir Fransız Romanı"na baktım. Kitabın ikinci bölümünün başlığı "Silinen Lütuf"tu. Ve orada şöyle diyordu Beigbeder: "Çocukluğumu hiç hatırlamıyorum. Bunu söylediğimde kimse inanmıyor. Sıfır yaşımdan on beş yaşıma kadar bir kara delikle karşı karşıyayım. Firar eden bir suçlu gibi izlerimi silmişim. Bunu söylediğimde, annem babam gözlerini havaya dikiyor, ailem protesto ediyor, çocukluk arkadaşlarım inciniyor..." Romanın ilgili bölümünün başlığının "lütuf"tan söz