Ahmet Say

İlk tanışmamız yağmurlu bir öğlen üzeri Ankara'da olmuştu. Meşhur Washington Restaurant'ın hafif karanlık salonunda buluşmuştuk. "Ağaçlar Çiçekteydi"yi yeni okumuştum. Yalçın Küçük Hoca'dan ara sıra adını işittiğim Ahmet Say'ı bir de otobiyografisinden okuyunca hayran kalmıştım. Tanışmalıydım. Hepinize tavsiye ederim. 1930'ların 40'ların büyülü İstanbul'unu bu kadar güzel anlatan kitap azdır. Hele o Erenköy... Hele o Bostancı. Bir masal gibidir... Ahmet Say'ın çocukluk günlerinin geçtiği Erenköy şimdiki gibi beton kulelerin yükseldiği bir yer değildi elbette... 'Ağaçların yoğunluğundan oturduğumuz evimizi bulamazdık' diyor... (İstanbullular için özel not: 40'larda Bostancı Suadiye'den çok daha havalı bir semtmiş. Suadiye'de yerleşim çok az ve yolu da toprakmış. Bostancı'da oturanlar Suadiye'ye burun kıvırırmış. Ahmet Say uzun uzun anlatıyor.) Kitap su gibi akar. Hani tıpkı yıllar önce fırtına gibi esen "Bir Dinazor'un Anıları" gibi. Mina Urgan bir aydının gözünden nasıl sade nasıl duru bir dille anlamıştı o yılları. Ahmet Say'ın "Ağaçlar Çiçekteydi" de öyle... Sayfaları çevirdikçe o yıllara giriyorsunuz. Çıkmamacasına... Ama asıl büyük hikaye sonra başlıyor. Ahmet Say'ın babası ünlü matematikçi Fazıl Say... Annesi ise felsefeci Nüzhet Hanım... Veeee... Evde bir piyano. Erenköy'deki konaklarında dönemin en popüler müzik aleti sayılan piyano da vardır. Ve küçük Ahmet de piyanonun tutkunudur. En büyük heyecanı okuldan eve döndüğünde onun başına oturmaktır. Ancak bir gün beklenmedik bir gelişme olur. Hasta olan küçük kardeşinin tedavisi için para gerekmiştir. Aile piyanoyu satmaya karar verir. Okuldan dönen Ahmet evde piyanoyu göremeyince şaşkınlık içinde sorar... "Anne piyano nerde" Annesi önce Ahmet'in başını okşar... Sonra durumu anlatır. "Ahmet biliyorsun kardeşinin durumunu... Satmak zorunda kaldık" der. Ahmet Say'ın hayatının kırılma anı burasıdır. Ses çıkarmaz... Hatta kardeşinin sağlığını düşünerek sevinir bile. Ama içindeki piyano ilgisi artık dizginlenemez bir tutkuya dönmüştür. Bugün Dünyaca