Din-laiklik çatışmasından din-ilahiyat çatışmasına

Prof. Dr. Bedri Gencer Yıldız Teknik Üniversitesi Günümüzde ilahiyatçıların sempozyumlarla deizmin kaynağını dışarıda aramaları, trajikomiktir. "İlahiyatta düzgün olanlar çoğunluk, bozuk olanlar azınlıktır" diye kendilerini kandıran ilahiyatçıların göremediği hakikat şuydu: Sivri çıkışlarıyla kamuoyunun tepkisini çeken Yaşar Nuri Öztürk, Mustafa Öztürk gibi isimler, ilahiyatta mucize inkârcılığıyla oluşan buzdağının ucuydu. İlahiyatta asıl mesele, sünnet-bid'at ayırımının ötesinde ilim-cehalet ayırımıdır. Türkiye'de kaos, dindeki otoritenin kaybıyla katlandı. Deizmden Laikliğe... Hak, lafzen sabit demekse, Marshall Berman'ın tabiriyle "katı olan her şeyin buharlaştığı" modernlik, sabitelerin kaybı, batılın hâkimiyeti demektir. Modern dünyada hakkın kaybından kaynaklanan anarşi ve kaos, Türkiye'de hilafetin ilgası sonucunda dinin otoritesinin kaybıyla katlandı. Bu anarşi ve kaos, Türkiye gibi ezelî Hira-Olimpos, Hak-Batıl savaşının kızıştığı bir ülkede "at izinin it izine karışması" tabiriyle özetlenebilecek iki vahim sonuç doğurdu: Kavramların ve kimliklerin karışması. Yani din ne, iman ne, sekülarizm ne, bunların mahiyetleri belirsiz hâle gelince hak ile batıl, mümin ile kâfir birbirine karıştı. Sonuç, bilhassa sosyal medyada sadece sekülaristlerle müminlerin değil, müminlerin bile kendi aralarında çekişip durmasıdır. O yüzden Türkiye'de samimî aydınların ana işi, kavramları ve kimlikleri netleştirmek olmalıdır ki âcizane bir ilim adamı olarak hayatım boyunca yapmaya çalıştığım iş de budur. Batı'da sekülerleşme uzun bir süreçte, organik bir şekilde gerçekleşti. Bu yüzden Batılı insanlar, en azından dinin ne olmadığını, laiklikle sekülarizmin ne olduğunu bilerek tavırlarını, saflarını belirlediler. Ancak bizde bir gecede şeriattan laikliğe geçişle dinin mânâsı kaybolduğu gibi, mânâları belirsiz laiklikle sekülarizm de ölümcül bir çekişmenin sebebi oldu. Laiklik ile sekülarizm, aslında Eski Batı Avrupa ile Yeni Batı Amerika'nın ürünü olarak ayrılabilirler. Avrupa'da din (kilise)-devlet münasebeti, Katolik Batı Roma ile Ortodoks Doğu Roma'da (Bizans) tersine kuruldu. Batı'da din (Kilise), devleti, Doğu'da tersine devlet, dini (kilise) hâkimiyeti altına aldı. O yüzden Paris modeli laiklik, devletin dinden ayrılığı, İstanbul modeli laiklik ise devletin dini kontrolü esasına dayandı. Ölümcül din-devlet rekabetiyle dolu bu tür bir tarihî mirastan âzâde olduğu içindir ki Yeni Batı Amerika'da laiklik ile sekülarizmin örtüştüğü hakikî mânâda din ile devletin ayrılığı gerçekleşti. Kavram kargaşasıyla mütemayiz modern çağda deizm, sekülarizm, laiklik gibi kavramların mânâlarıyla birlikte birbirleriyle irtibat tarzları da karışmıştır. Birbirine bağlı bu kavramların mânâlarını şöyle netleştirebiliriz: Deizm (Tanrı-dünya (Allah-Rab) ayrılığı) Sekülarizm (Din-dünya ayrılığı) Laiklik (Din-devlet ayrılığı) Görüldüğü gibi sekülarizm, laikliği deizme bağlayan kavramdır. Deizm-laiklik irtibatı, tabiî kanun (hukuk)-pozitif kanun ayırımında daha net görülür. İlahî dinin hukuku şeriat, deizm denen tabiî dinin hukuku hikmettir (tabiî kanun). Laik devletin pozitif kanunu, deizmin tabiat kanunu olarak hikmette temellenir. Bizantin laikliğe "İstanbul modeli laiklik" dememiz, Bizans-Osmanlı-Türkiye arasındaki tarihî sürekliliğe işaret içindi. İstanbul'u alan Osmanlının hükmen varisi olan Kemalist Cumhuriyet, devletin dini kontrolü esasına dayalı Bizantin laikliği daha büyük bir gerilimle uygulamak zorundaydı. Daha büyük bir gerilimden kastım, İslâm'ın son hak din olmasından dolayı din ile diyaneti aynı anda kontrol zaruretiydi. Kemalist cumhuriyet, Müslümanların devlete dokunmasını önlemek üzere "diyaneti kontrol" için Diyanet İşleri Başkanlığı'nı, ancak zamanla bunun yetersiz kaldığını görünce İslâm'ın devlete dokunmasını önlemek, onu dönüştürmek üzere "dini kontrol" için 1949'da ilahiyatı kurdu. PEYGAMBERSİZ İSLÂM PROJESİ 1950'li, '60'lı ve '70'li yıllarda Müslümanlar şehirlileşerek, modernleşerek sisteme katılma ve dönüştürme riski taşımadıkları ve Ankara İlahiyat Fakültesi de tek olduğu için din-laiklik, ilahiyat-laiklik çatışması pek yaşanmadı. Ancak 1980'li yıllarda şehirlileşen ve modernleşen Müslümanların sisteme katılma taleplerinin zuhuruyla iş değişti. Din-laiklik çatışması ihtimalinin ufukta belirmesi, ilahiyatın da İslâm'ı dönüştürme misyonuna çağırılmasını gerektirdi. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra MGK Genel Sekreterliği'ne bağlı Toplumla İlişkiler Başkanlığı (TİB) tarafından hazırlanan ve Başbakanlığın 26 Mart 1985 tarihli genelgesiyle uygulanmaya başlayan "Türk Toplumunun Atatürkçü Düşünce Doğrultusunda Yetiştirilmesi ve Güçlendirilmesi" projesi çerçevesinde ilkokul, ortaokul, lise ve meslekî ve teknik liselerin öğretim programlarına Atatürkçülükle ilgili konular koyuldu. Bu proje kapsamında Hüseyin Atay, Yaşar Nuri Öztürk, Beyza Bilgin, Rami Ayas, Arif Güneş ve Hasan Elik tarafından hazırlanan İslâm Gerçeği adlı kitap, MGK'nın talimatıyla 1995 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından yayınlandı (Yeni Şafak 2013). "İslâm Gerçeği" kitabını "İslâm Manifestosu" olarak sunan yazarlarına göre, "Din, egoist hesaplar ve iştahlar nedeniyle yozlaştırılmış, Kur'ân'la bazı konularda çelişen, 'gerçek İslâm' dini olmaktan çıkan 'yeni bir din' ortaya çıkmıştır. Bu karanlık ve yıkıcı gidişin durdurulabilmesi, Allah'ın buyruğu İslâm'ın bu kültürel oluşum ve hurafelerden arındırılmasına bağlıdır. Bunun için milletçe bir seferberliğe girmemiz kaçınılmaz hâle gelmiştir. Bu seferberliğin en önemli ve ilk adımı Kur'ân'ı tanımaktır. Bu tanıma sayesinde Kur'ân mesajındaki dini kavrayarak söz konusu oluşumları doğru zemine oturtacak güce ulaşılabilir." "Manifesto"nun temel noktası, "din ve laiklik, İslâm-şeriat ilişkisi, örtünme, mezhepler, tarikatlar gibi tartışmalı konulara çağdaş yorumlar" getirilmesiydi (Atay 1995). Açıkça görüldüğü gibi yazarların kafalarındaki "gerçek İslâm", "Kur'ân mesajındaki din" diye ifade ettikleri, deistik peygambersiz-sünnetsiz "Kur'ân İslâmı", Kur'ân da, dinin gövdesi olarak şeriatın temelini oluşturan ahkâm âyetlerinden arındırılmış, sadece "ağacı sev, yeşili koru" diyen "şirin" bir dini ortaya koyan kitap idi. 1990'lı yıllardan itibaren bu projeyi yürüten Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanı olduğu 8 Kasım 1999'da TRT'de yayınlanan "Politikanın Nabzı" programında şunları dile getirmişti: "6666 ayet vardır Kur'ân'da... Bunun içinde bir rivayete göre 30, bir rivayete göre 230; ama değişik şekilde 'ahkâm âyetleri' denen, dünyayı tanzim eden âyetler var. Bu âyetlerin tanzim ettiğinin yerine, Türkiye cumhuriyeti, pozitif hukukun tanzim ettiği bir durumu getirmiş 76 sene önce. Şimdi bazıları, bunun dine aykırı olduğunu, şeriat hukukuna dönülmesi lazım geldiğini söylüyorlar. İşte, irtica budur." (https:www.hurriyet.com.trgundemdemirel-ahkam-âyetlerine-donusu-onermek-irticadir-39112375). "İrtica tehlikesini" ebediyen önlemek için 230 ahkâm âyetini Kur'ân'dan çıkarmaya imkân yoktu. O yüzden yapılacak şey, tarihîci ilahiyatçılar (Mustafa Öztürk vs.) tarafından indikleri çağa has, tarihî oldukları iddiasıyla bunları hükümsüz kılmaktı. Bu ilahiyatçılar, tarihîcilikle âdeta şunu diyorlardı: "VII. asrın, tarım toplumunun ihtiyaçlarına uygun bir kitap gönderen Allah, XX. asrın, sanayi toplumunun ihtiyaçlarını öngörecek uzak-görüşlülüğe(!) sahip değildi." Kur'ân'ı, şeriatı temellendiren asıl sünnet idi; sünnetin tasfiyesi projesi de rejimin dinî kalesi olarak gördüğü "Ankara İlahiyat" ekibine verildi. 1995'te İlahiyat Fakültesi Dekanı olan eski Diyanet İşleri Başkanı ve Devlet Bakanı Mustafa Said Yazıcıoğlu, MGK Genel Sekreteri Orgeneral Doğan Beyazıt'a niçin ısrarla "İslâm Gerçeği" kitabının "Ankara İlahiyat" tarafından basılmasını istediklerini sorunca "Böyle daha uygun olacağına inandıkları" cevabını almıştı (Yeni Şafak 2013). MUCİZE İNKÂRI OLARAK DEİZM Proje olduğu sırıtan "İslâm Gerçeği" gibi propagandif kitaplar yerine daha uzun vadeli ve kapsamlı bir akademik faaliyetle İslâm'ı dönüştürmek gerekiyordu. İslâm'ın dönüştürülmesi, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi deistik (peygambersiz-sünnetsiz) kılınması, deizm ise mucize ve nübüvvetin inkârıyla rubûbiyetin inkârı, "Allah, yarattıktan sonra yarattığına karışmaz, buyurmaz" demekti. Mustafa Öztürk'ün "Allah'ın savaşa ve güncel meselelere bu kadar müdahil olduğunu sanmıyorum" sözü, deizmin en naif ifadesidir. Üniversal tarife göre Allah'ın tarihe müdahalesi vahiy, tabiata müdahalesi mucizedir; dolayısıyla hissî mucizesiz peygamber olamaz. İslâm'daki iki hak itikadî mezhebin imamı Eş'arî ile Mâtürîdî başta olmak üzere, Taberî, Bâkıllânî, Bağdâdî, Cüveynî, Gazâlî, Nesefî, Zemahşerî, Sâbûnî, Râzî, Âmidî, Nevevî, Beyzâvî, Semerkandî, Îcî, Sübkî, Teftazânî, Cürcânî, İbnü'l-Hümâm, Devvâni, Bursevî, Âlûsî gibi müctehid, muhakkık âlimler, İnşikak-ı Kamer'in Peygamber Efendimizin hayatında meydana gelmiş, manevî mütevâtir (meşhur) haberle sabit, yakîni müfîd, imanı mûcib mucize olduğu üzerinde icmâ etmişlerdir. Teftazânî, "Birçok kıldan müellef ve mürekkeb olan urganın kuvveti gibi, zannın zanna zammıyla da yakîn oluşur, âhâd haberler bir araya getirilince manevî mütevâtir hâline gelir" der (Giridî 1292: 84, el-Kârî 2007: I546). Bu naklî delil bir tarafa, aklî delil de "İnşikak-ı Kamer"in başta geldiği hissî mucizelerin Peygamber Efendimiz (aleyhi's-salâtü ve's-selâma) verildiğini ispata yeter: 1. Bilgi (el-'ılm), varlıktan (el-'alm) çıktığına göre epistemoloji, ontolojiye, delil, âleme uyar. Biz, Platon'un "Makûlât-Mahsûsât" (Intelligible-Sensible) diye ayırdığı âlemlerden akıl âleminde değil, his âleminde yaşadığımıza göre bir peygambere hissî mucize verilmemesi aklen muhaldir. 2. Ümmetin icmâsıyla Peygamber Efendimiz (aleyhi's-salâtü ve's-selâm), efdal-i halk, dolayısıyla efdal-i enbiyadır (yaratılmışların ve peygamberlerin en üstünü) (es-Süyûtî 2013: 17-9); bu faziletin iki tarzda mucizeye yansıması aklın icabıdır: a) "Âlemlere Rahmet" olarak gönderildiği için O'nda his âlemi ile akıl âleminin delilleri birleşmiştir. İki hak itikadî mezhebin imamı bunu açıkça ifade ederler. İmam Eş'arî, "Peygamberlere verilmiş her mucizenin benzeri veya daha üstünü Peygamberimize de verilmiştir" der (el-Kârî 2007: I429). İmam Mâtürîdî (2006: II308,VIII224; 2001: 276-80) ise, "Hissî mucizeler, şüpheler ve vesveseleri def' etmek bakımından aklî mucizelerden üstündür () Hazreti İsa'nın (geçmiş peygamberlerin) mucizelerinin hepsi herkesin bildiği hissî, Resûlullah'ın mucizeleri ise hissî ve aklî idi" der. b) Bu fazilet uyarınca ona diğer peygamberlere verilmeyen hissî mucizelerin en büyüğü olarak "İnşikak-ı Kamer"in verilmesi aklın icabıdır. İmam Mâtürîdî'ye (2001: 259) göre resûllerin mucizelerine ancak mislinin getirilmesinin zorluğundan dolayı heves edilir. İçlerinde tahaddî ve tahzirden (göz korkutma) dolayı heves edilmeyecekler ile Ay'ın yarılması gibi asla heves edilemeyecek (tekrarlanması imkânsız) türleri olmakla beraber mucizeler, heves edilebilir niteliktedir. Dinin temeli, "peygamberi tasdik" mânâsına gelen iman; imanın önü ve sonu, vesilesi ve zirvesi ise peygambere muhabbettir. Ümmetin Şems-i Kevneyn (İki Cihan Güneşi) olduğuna inandığı peygamberlerini tafdilini " onu diğer peygamberlerden de üstün görüp onlarla yarıştırma arzusu olan bir anlayış, Allah Resûlü hakkında, bilinçli-bilinçsiz birçok rivayetin üretilmesine ve bunların samimî mü'minlerce kabulüne yol açmıştır" diye eleştiren eski Ankara İlahiyat Dekanı İsmail Hakkı Ünal, O'nun mahlukatın ve enbiyanın efdali olduğuna inanmak için bu iki büyük imamın beyan ettiği delillerden başka nasıl bir delil arıyor acaba O'ndan başka kim efdal-i halk olabilir Fırka-i Nâciye akidesinin sünnetten delilini naklen, kitaptan delilini de "aklen reddederiz" diyen Halis Aydemir, acaba bu şekilde hem naklen, hem aklen sübutu karşısında "İnşikak-ı Kamer" mucizesini inkâra bir yol bulabilecek mi Mutlak olarak kullanıldığında 'hissî delil' mânâsına gelen 'mucize' kavramına, Menâr (Abduh-Rıza) ekolüyle bizzat kavramın inkârı mânâsına gelen 'aklî delil' mânâsı yüklendi ve "Peygamberin tek mucizesi Kur'ân'dır" sözü, deizmin (ilhad) sloganı olarak ilahiyat fakültelerini sardı. Türkiye'de ilahiyatçıların kahir ekseriyetinin mucizeyi inkâr ettiğinin delili, Diyanet ile ilahiyatın ortak ürünü olan, TDV İslâm Ansiklopedisi'ndeki "İnşikak-ı Kamer" maddesidir. Maddede, "İnşikaku'l-Kamerin geçmişte vukû' bulduğunu bildiren haberlerin râvileri olarak gösterilen sahâbîlerin olayın vukû'u sırasında küçük yaşta bulunmaları, bazı rivayetlerin isnad açısından tartışılması, ayrıca hiçbir rivayetin tevâtür derecesine ulaşmaması, bu hadisenin geçmişte kesinlikle vukû' bulduğunu söylemeye imkân vermemektedir" diye bu mucize inkâr edilir. Acaba ümmet, iki mezhep imamı ile müctehid âlimlerin üzerinde icmâ ettiği mucizeyi ahir-i zaman mukallitlerinin (Ömer Rıza Doğrul, İlyas Çelebi vs.) sözüyle mi inkâr edecekti Bu, âkıl kârı (akıllı işi) mıdır İki mezheb imamı ile müctehid âlimler, son ve efdal peygamber olarak Efendimize hissî mucizelere ilaveten aklî mucizelerin verildiği hususunda icmâ etmişlerdir. Hissî mucize, asıl-adalet, aklî mucize, ziyade-fazilettir; yaşadığımız his âleminde asıl-adalet olmadan, ziyade-fazilet olmaz. Dolayısıyla ilahiyata hâkim olan "Peygamberin tek mucizesi Kur'ân'dır" sloganı, mucizenin inkârı, mucizenin inkârı, nübüvvetin inkârı (deizm-ilhad), nübüvvetin inkârı, dinin inkârı demektir. Günümüzde ilahiyatçıların sempozyumlarla deizmin kaynağını dışarıda aramaları, bu açıdan trajikomiktir (Sönmez 2017). "İlahiyatta düzgün olanlar çoğunluk, bozuk olanlar azınlıktır" diye kendilerini kandıran ilahiyatçıların göremediği hakikat şuydu: Sivri çıkışlarıyla kamuoyunun tepkisini çeken Yaşar Nuri Öztürk, Mustafa Öztürk, Mehmet Azimli gibi isimler, sadece ilahiyatta mucize inkârcılığıyla oluşan buzdağının ucu, su yüzüne çıkan kısmıydı; ayıklanacak çürük elmalar değil; bizzat çürüyen sepette sağlam elma olamazdı. Din, bir çorap gibi örülmüş küllî bir nizamdı ve "çorap söküğü" tabirinin belirttiği gibi, mucize inkârının varacağı yer, herkes için hep aynıydı. Bizim gibi hakikatleri dile getirenlere, "İlahiyatçılar hakkında asılsız genelleme yapmayın" diye tepki gösterenler, Ali Fuad Başgil, Ahmed Mekki Üçışık, Mahmud Es'ad Coşan, Kadir Mısıroğlu, İsmet Özel gibi muteber aydınların neden ilahiyat hakkında mutlak konuştuklarını, genel uyarıda bulunduklarını böylece anlayabilirlerdi. Üstelik ilahiyatın içinden bir isim olarak Prof. M. Es'ad Coşan, tâ 1982 yılında açıkça ilahiyatın talebenin imanını çaldığı tespitini yapıyordu: "Anadolu'dan ilahiyata gelen genç katıksız bir iman sermayesiyle gelir. Sonra burada üzerine bir şey koyulmak yerine o sermaye şüpheyle tırtıklanır ve yok edilir" (1982-1983 öğretim yılında talebesi Sabahattin Aydın'dan). Böylece yönlendirici akademik faaliyetle (tezler ve kitaplar) peygambersiz (deistik) İslâm, Ankara İlahiyat'tan diğer ilahiyatlara yayıldı. Sözde hadis tenkidi, tamamen hadis inkârına dönüştü; hadis inkârcılığı ilahiyat fakültelerinde moda hâline geldi; ilahiyatçıların hadis inkârcısı imajı topluma yayıldı. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ni kazanınca, Cemile Bayraktar'ı (2015) çevrenin, "Aman hadisleri reddeden ilahiyatçılar gibi olmayın" ikazıyla