Düzce; transit geçilen bir şehrin sürprizleri

Hep transit geçtik oradan. Otobanlar yapılmadan evvel şehrin içindeki caddeden, sonrasında da çeperinden akıp giden otobanlarının üzerinden geçip gittik; ya Ankara istikametine ya da İstanbul Merak etmedik bile burada ne var ne yok diye. Transit geçilen şehirlerin talihsizliğidir bu. Düzce böyle bir şehirdi. Sonra adını yıllar içinde yaşadığı depremlerle işittik. Travmatik acı sonuçları oldu ve binlerce kişi hayatını kaybetti. Ama " "Düzce'ye gidip gezelim mi" dese biri doğrusu şimdiye dek "Ne yapacağız ki orada" diye cevap verirdim. Eminim sizler de şu anda aynı şeyi düşünüyorsunuzdur okurken ama gittikten sonra benim gibi fikriniz değişecektir. Sapanca-Bolu arasında kalan bu "transit" bölgenin, aslında nasıl sürprizlerle dolu olduğunu siz de keşfedeceksiniz. Eski Mutfak Dostları Derneği Başkanı, iletişimci Zeynep Kakınç ve çalışma arkadaşı İnci Koç'un kılı kırk yaran organizasyonu ile Düzce'ye sabahın çok erken saatlerinde araçlarla alınıp götürüldüğümüzde macera başlamıştı. Gönderilen program şahane görünmekteydi. Sabah ilk durağımız Mutfak Sanatları Derneği'nin Düzce'ye hâkim bir tepedeki inanılmaz güzellikteki lokantasıydı. Bu dernek zaman zaman ulusal ve uluslararası çapta aşçıları davet edip uygulamalı dersler yaptırıyor ve aşçılık eğitimi veriyor her yıl 50 civarındaki öğrenciye. Orada kahvaltı yapacaktık ve Düzce Belediye Başkanı, eski Bilim, Teknoloji ve Sanayi Bakanı Prof. Dr. Faruk Özlü de bizimle birlikte olacaktı. Kahvaltıda yok yoktu. Bunu neden söylüyorum Çünkü Düzce 20'ye yakın etnik grubun kardeşçe yaşadığı, kültürlerin harmanlandığı bir şehrimiz. Türkler, Çerkesler, Abazalar, Gürcüler, Lazlar, Kürtler, Boşnaklar, Osetler, Çeçenler, Araplar, Zazalar, Ruslar, Ukraynalılar vb. tüm etnik kimlikler birbirleriyle yemek dâhil her türlü kültürel alışverişin içindeler. Dolayısıyla da bu durum kahvaltı masasına yansımıştı. Çerkes peynirleri, mancar börekleri, isli etleri, acıkaları, birbirinden güzel reçelleri ki aralarında dağ çileklerinden yapılmış olanları inanılmazdı, kaldirik otundan kavurmaları, fasulye kızartmaları, pişileri, halujları vb. ile dört dörtlüktü. Daha pek çok çeşit vardı ama çoğunu tadamadık bile. Mutfak sanatları Derneği'nde bu arada Düzce'ye ait ürünler de satılmakta. Reçellerinden kompostolarına, tahıl ve bakliyattan Akçakoca ve Düzce kolonyalarıyla vitrinleri doluydu. Ardından Konuralp antik Kenti ve amfiteatrını görmek üzere şehrin kuzeyine doğru yola çıktık. Karadeniz Bölgesi'nin en iyi korunmuş antik tiyatrosu olduğunu baştan söyleyeyim. Tarihsel literatürde adı Prusias ve Hypium Antik Kenti Tiyatrosu olarak adlandırılan bu eser antik Bithinya bölgesinde Helenistik çağda (MÖ 300) inşa edilmiş, MS 30-300 yılları arasında Roma döneminde de eklemeleri yapılmış. Daha eski adı Kieros olan bu kentin tiyatrosunun yakınlarında akropol, su kemerleri, batı surları, hamam ve Roma köprüler gibi önemli yapılar da var. Ama bunların önemli bölümü de bölgedeki yerleşim alanlarının ne yazık ki altında. Ama şu kadarını söyleyeyim görmeniz lazım. Koskoca amfiteatr ve eklentileri olan dehlizler, tribünler, yollar sadece üç yılda, hummalı bir çalışmanın sonucunda gün yüzüne çıkarılmış. Normalde arkeolojik kazılar yılın sadece 6-7 ayı yapılır ama burada 12 ay devam ediyor ve Düzce belediyesi tüm masraflarını karşılıyor. Üstü tamamen toprakla kapalı alan olan bir yerin altından dehlizleri, geçitleri, sahnesi, tribünleri ve heykelleriyle birlikte ortaya çıkan amfiteatrı tam anlamıyla büyüleyici. Ama bir de Konuralp pilavı var. Onun ikramı da amfiteatrın dibinde kurulu kıl çadırda yapıldı. Konuralp pirinci değişik bir tür. Pilavı salma olarak yapılıyor ve genellikle de etli, nohutlu olarak sunuluyor. Bu durağımızın ardından heyecanla beklediğimiz an geldi. Rafting için Cumayeri ilçesine gittik. Bizi Düzce'ye götüren şoförümüz Yusuf meğer aynı zamanda rafting hocasıymış meğer. Ancak geziye katılan gazeteci, gurme, yönetici olan 20 kişiden raftinge katılan sayısı yalnızca altı kişi oldu. İki botta ben ve kızım da dâhil olmak üzere önce dersimizi aldık, komutların ne olduğu öğretildi, çıkmadan önce tüm bilgilerimizi yazıp bıraktık ve imzalarımızı attık. Melen Çayı'nın debisi bu mevsimde bile çok iyiydi. Yaklaşık 12 kilometrelik parkurun ilk iki kilometresinde sakin sakin gittikten sonra küçük şelaleler, koca kayaların oluşturduğu dalgaların arasından adeta delicesine akan çayın üzerinde adrenalini yüksek bir raftingin içinde bulduk kendimizi. Öyle çok eğlendik ve heyecanlandık ki anlatılamaz bir duygu bu. Zaten aşağıdaki fotoğraflarımızda bu heyecanımızı göreceksiniz. Melen Çayı'nda neredeyse 6 yıldır rafting yapılıyormuş meğer. Ancak sosyal tesisleri, özellikle de finiş yerindeki tesisler iyi değil. Yatırım yapılmalı. Raftingin bitişinde soyunma odaları, duşlar acınası durumda ve hiç sağlıklı bir ortam yok. Melen Çayı'nın güzergâhı ise tam bir doğa harikası. Bir yandan da o heyecanın ortasında etrafımızdan uçan balıkçıl kuşları gözümüze çarpmaktaydı. Çayın her iki tarafından yükselen dağlar ne kadar sarp bir vadinin ortasından seyahat ettiğimizi bizi anlatmaktaydı. Ama son sel felaketinde suların ne kadar yükseldiğini ise fotoğrafta göreceğiniz üzere çöplerin, çul çaput parçaları nın takılı kaldığı ağaç dallarının tepesinden ölçerek anlayabilmek mümkün. O günün en güzel sürprizlerinden biri de Düzce şehrinin içindeki Binef At Çiftliğiydi. Çerkes yemekleriyle güzel bir akşamın ardından ertesi gün Tekir köy evinde kahvaltıya gittik. Burası denizden 600 metre yükseklikte etrafı ormanlarla kaplı, son derece sulak bir köyde yapılmış konaklama mekânı. Elanur ve Hatice Tekir tarafından işletiliyor. Kahvaltı yine çok şahaneydi. Çerkes ve Abaza yemekleriyle ağırlandık. Ardından doğa harikası Aydınpınar şelalesi, orada Hideout adlı mükemmel bir lokantaya gidiş. Bu gezi biraz da yörenin yemeklerine de odaklandığı için Düzce organize Sanayi Bölgesi'nde şaşırtıcı derecede güzel bir lokantanın aşçısı Ethem beyin konuğu olduk. Ethem beyin siyah pirinçten yaptığı bal kabağı içinde karidesli ve ıhlamurlu iki çeşit siyah pilavını anlatmaya kelimeler yetmez. Ethem bey bir Abaza genci, çok güzel konuşuyor. Ama bize bol bol Karadeniz mezeleri ve yemekleri ikram etti. Dedim ya, Düzce kültürlerin harmanlandığı bir yer. Sonra da Çerkes-Abhaz danslarından Tleperüş için gençler geldi, bizler de Çerkes mızıkasına tahtalarla ritm tutarak eşlik ettik. Ve son durak... Önce Antalyalı bir Turizmci olan Murat Kadayıfçıoğlu'nun inanılmaz güzellikteki ve büyüklükteki at çiftliğinde yetiştirilen İngiliz atları bizi adeta büyüledi. Çiftliğin başında bulanan Oktay beyin misafirperverliğin de çok