Şaşırtıcı, lezzetli ve hesaplı: Transkarpatya

Ukrayna'yı gezmeye devam ediyoruz... Lviv'den sonra yerel tatlarıyla ünlü Transkarpatya bölgesindeyim. Mukacheve, Uzhgorod, Berehove isimli üç küçük şehirden oluşuyor. Farklı kültürlerin birbirine karıştığı kozmopolit bölgenin yemekleri neredeyse uçağımızı kaçırtacak kadar lezzetli. Diğer Avrupa ülkeleriyle kıyaslanamayacak kadar da ucuz.Dondurucu bir cumartesi sabahı insanın içini ısıtan güzellikte bir kafeden içeri giriyoruz. Mis gibi bir kahve kokusu karşılıyor bizi. Tezgâhın sağ yanında bir sepet dolusu kruvasan, sol tarafta türlü çeşit pasta. Ukrayna'da bulunduğum süre içinde gittiğim 10'dan fazla kafenin birinden bile memnuniyetsiz ayrılmadım. Lviv'den beri yanımda olan rehberim Diana'ya "Burası da Lviv'i aratmayacak galiba" diyorum pastalar arasında seçim yapmaya çalışırken. "Yalnız önemli bir ayrıntıyı kaçırma" diyor Diana ve devam ediyor: "Lviv kafeleriyle ünlüdür, Uzhgorod ise kahvesiyle ünlüdür." Ebru Erke 1904'te yaptırılan Uzhgorod Sinagogu'nda.Üç küçük şehir Ukrayna'nın batısında, Transkarpatya bölgesindeyim. Lviv'den dört saatlik bir otomobil yolculuğu sonrası ulaşabiliyorsunuz. Bölge üç ufak şehirden oluşuyor: Mukacheve, Uzhgorod, Berehove. Turumuza Uzhgorod'dan başlıyoruz ve kahvaltı için gittiğimiz Shtefano Cafe'de gerçekten de çok iyi kahve içiyoruz. Öğreniyorum ki yerel halk da kahve içmeden güne başlamaz, hatta asla iş konuşmazmış. BograchKahve kültürlerinin bu kadar gelişmiş olması tarihi sebeplere bağlı. Anlatılanlara göre kahve Avrupa'ya girdiğinde yani 17'nci yüzyıl başlarında, Macaristan üzerinden bu bölgeye gelmiş. Ukrayna'nın Macaristan ve Slovakya sınırında, Karpat Dağları'nın güneyindeki Transkarpatya bölgesinin mutfak zenginliği yüzyıllar boyu bölgede yaşayan farklı kültürlerden geliyor. Macaristan, Polonya, Avusturya, Çek ve Slovak etkilerini bölge mutfağında görmek mümkün. Bölgede halen yaşayan azınlıkların geleneksel yemek kültürlerini sürdürmeleriyle ülkenin geri kalanından farklı bir zenginlik ve derinlikte mutfak çıkmış ortaya. Pazar tezgâhları kurutulmuş et ve peynirlerle dolu.Söylenenlere göre Türklerin de etkisi yok değil bu zenginlikte. Mesela Macarlar, savaş sırasında hazırlanan yemekleri Türklerin yiyememesi için çok fazla acı kırmızı biber kullanırlarmış. Savaş ve etkileri biteli yıllar oldu ama acı yeme alışkanlığı buralarda devam ediyor. Kahveleri içtikten sonra şehri ortadan ikiye bölen Uzh Nehri (Uj diye okunuyor) üzerindeki köprülerden birinden geçerek diğer tarafta her cumartesi kurulan pazarı ziyaret ediyoruz. Yöresel peynirler, kurutulmuş etler, ev yapımı likör dolu tezgâhların arasında tadım yapa yapa yürüyoruz. Asıl amaç seyahatin yıldızlarından biri olacak öğlen yemeğine kadar vakit geçirmek ve biraz da afiyetle mideye indirdiğimiz pastaları eritmek...17'nci yüzyılda kahveyle tanışan bölgede pastalar da özel ve leziz. 'Türk buğdayı' diyorlar Budapeşte'nin minyatür halini andıran bu sevimli şehrin sokaklarını arşınlayarak restoranımız Villa Alfeld'e varıyoruz. Oturur oturmaz önümüze bir kâse dolusu sıcacık 'bograch', ortaya da 'banush' geliyor. Bograch Macar gulaşına benziyor, içinde parçalar halinde geyik eti, bolca kırmızı biber ve patates var. Soğukta öyle iyi geliyor ki bograch içmek. Kimse ortaya konan ve mısır lapasına benzeyen banush'ların yüzüne bakmıyor. Diana alıyor kâselerden birini önüne ve lapaların üzerindeki peynir kırıntılarıyla iyice hemhal olana kadar bir yandan karıştırıp bir yandan da anlatıyor: "Mısır genel olarak Transkarpatyalıların beslenmesinde her daim çok önemli bir rol oynadı. Efsaneye göre, Transkarpatya'daki ilk mısır başağını, Osmanlı'ya esir düşüp sonra kaçan bir asker şapkasında saklayarak getirmiş ve köyünde dikmiş. Hatta uzunca bir süre Transkarpatya'daki mısıra 'Türk buğdayı' deniyordu." "E o zaman yemek şart oldu" diye düşünüp kaşıklarımızı sallıyoruz karıştırdıkça biraz daha kıvamlanan lapanın içine. Tadan herkes banush'un görüntüsüyle lezzetinin ters orantısında